21 Kasım 2009 Cumartesi

1 Haziran 2009 Pazartesi

2008-09 sezonu değerlendirmesi

Beşiktaş artık şampiyon gibi. Tüm futbol kamuoyu çok kalitesiz bir lig olduğu üzerinde hemfikir. Ben de şimdi bu ligin durumu ve Beşiktaş'ın şampiyonluğu üzerine bir değerlendirme yapmak istiyorum. Şimdi biraz geriye giderek Beşiktaş'ın şu çok konuşulan ilk sıralardaki takımlara karşı yaptığı maçların skorlarını hatırlatarak başlamak istiyorum:
3. hafta Trabzonspor 0 - Beşiktaş 0
8. hafta Beşiktaş 1 - Sivasspor 1
11. hafta Bursaspor 0 - Beşiktaş 0
13. hafta Fenerbahçe 2 - Beşiktaş 1
16. hafta Galatasaray 4 - Beşiktaş 2

Beşiktaş ilk devre, ligin üst takımlarıyla yaptığı 5 maçta 3 puan almış, 4 gol atmış.

20. hafta Beşiktaş 1 - Trabzonspor 1
25. hafta Sivasspor 1 - Beşiktaş 1
28. hafta Beşiktaş 0 - Bursaspor 0
30. hafta Beşiktaş 1 - Fenerbahçe 2
34. hafta Beşiktas 2 - Galatasaray 1

İkinci devre aynı grupla yaptığı maçlarda 6 puan toplamış, 5 gol atmış.
Puan hesabını da bir kenara koyalım, ama ne kadar cılız skorlar, ne kadar ümit kıran bir tablo.

Sondan önceki hafta İnönü'de Galatasaray karşısına çıktı Beşiktaş, şampiyonluğun en büyük favorisi olarak. Tam da bu esnada skor tabelasına baktığımızda, Türkiye Ligi'nin en başarılı takımları Sivasspor, Trabzonspor, Galatasaray, Fenerbahçe ve Bursaspor olarak kabul edilebilir, çünkü bu noktadan sonra bir kopma var. Beşiktaş takımı Galatasaray karşısına çıktığı bu maça kadar ligin üst grubundaki kendi dışındaki 5 takımla yaptığı 9 maçın hiçbirisini kazanamamış, toplam 5 puan toplayabilmiş 5 gol atabilmiş. Sivasspor, Trabzonspor, Fenerbahçe, Galatasaray ve Bursaspor; bu takımlardan hiçbirisine karşı 2 maçlık seride üstünlük sağlayamamış. Galatasaray'a da 4-2 yenilip şimdi 2-1 yenerek bu üstünlüğü sağlayamadan, ama üst gruptaki takımlar karşısında 10. maçta ilk galibiyetini almış olarak sezonu tamamladı Beşiktaş. Belki de bu son galibiyet Beşiktaş'ı şampiyon yaptı.

Bu belki yakın Türk futbol tarihinin en kötü ve seviyesiz liginde, şu anda ışığı görmüş, kapıyı aralamış durumdaki Beşiktaş, ligin başında iddialı takımların en kötüsü gibi görünüyordu, şampiyonluk adaylarının sonuca en uzağı gibi duruyordu. Bu gidiş öyle bir noktaya geldi ki, 07.10.2008'de Beşiktaş teknik direktörü, Beşiktaş'ın evladı Ertuğrul Sağlam istfia etti ya da ettirildi. Şu açıklamayla: "Yüzüme karşı destek veriyoruz diyenlerin, ben görevde olduğum halde başka teknik adamlarla görüşmesini hazmedemiyorum. Şimdi istedikleri ile rahat rahat görüşebilirler. Türk teknik adamlarının saygınlığını korumak adına istifa ediyorum".

O gün itibarıyla Beşiktaş'ın durumu şöyle: İlk 6 hafta ligde henüz yenilgi almamış, 14 puan toplamış ve 3. sırada. En son kendi sahasında Hacettepe'yi 2-1 yenmiş, UEFA Kupası birinci tur rövanşında, bu sezon UEFA'nın fırtına takımlarından birisi olan ve çeyrek finale kadar mağlubiyet yüzü görmeyen Metalist Kharkiv'e 4-1 yenilip elenmiş. Teknik direktörün gönderilmesi, bana sorarsanız, fahiş bir yönetim hatası. Bu ligde büyük takımların en çok ihtiyaç duyduğu şey, kendi camialarından olan, saygı duyulan, kafası çalışan genç bir teknik direktör adayı. Ama belirli bir olgunluk ve karizmaya da sahip olan, bir süre sıkıntıyı göğüsleyebilecek, sezonun ilk haftalarında hemen devrilmeyecek birisi. Ve de tabii, bu kişinin arkasında durabilecek, ona zaman verebilecek bir yönetim. Bakınız Galatasaray'ın UEFA Kupası'na doğru uzanan dört yılı. Bu durumun oluşmaşı Türkiye koşullarında, tüm klüplerde çok zor, işin en zor kısmı da ilk 1 veya 1.5 yılı atlatmakta oluyor. Daha doğrusu ilk baraj 6-7 hafta (bakınız Rıdvan Dilmen), eğer sezon başı görev başladıysa, ikinci kritik viraj devre arası ya da hemen sonrası (bakınız Rıza Çalımbay) oluyor. Yöneticiler sanırım şöyle düşünüyor, ilk durumda; 'şimdi gönderirsek fazla bir kaybımız olmaz, gelen adam eksiklikleri telafi edebilir', ikinci durumda ise; 'sezon sonuna bir faydası olması için, şimdi gönderdik gönderdik, son şansımız!'. Zaten 'gönderme' kavramı daha adam gelirken masanın üzerinde duruyor. Geleni nasıl göndeririz, daha ilk günden kafaların bir köşeşinde çözüm arayan bir soru olarak dolanıyor. Bu koşullarda aksi aptallık olur.

Bu ilk barajları atlatan camiadan teknik direktörler için sonraki ciddi sınav 1.5 yılı geçirmek, yani bir tam sezonu geçirip ikinci sezonun o ilk günleri gibi sıkıntıları atlatmak. Veya sezon ortasında görev başladıysa, o sezonu tamamlayıp, sonraki sezon için de güven kazanıp, bir de üzerine o sezonun bütün o kritik aşamalarından geçmek. Bunu atlatan teknik direktör, artık yerini sağlamlaştırmış sayılabilir. Ama tabii bu pek görülen bir durum değil, özellikle büyük takımlar için. Belki Bülent Uygun şu aşamada, 2 sezondur şampiyonluğu kaçırmasına rağmen, bu noktaya geldi. Hem kendi takımı, hem de transfer olabileceği takımlar için belirli bir sağlamlık düzeyine erişti. İşte Ertuğrul da birçok sıkıntıyı atlatarak, tüm o barajları geçerek bu sezona başlamıştı. Mesela Şampiyonlar Ligi gol yeme rekorunu kıran bir teknik direktörü göndermek için daha güzel bir bahane düşünemiyorum. Üstelik Ertuğrul Sağlam'ın bu uzun soluklu süreci atlatabilmek ve olgunlaşmış bir 'Ertuğrul Hoca' olarak çıkabilmek için çok kritik bir avantajı vardı; çok sakin, basınla ilişkilerini sulandırmayan, medyada olmaktan fazla hoşlanmayan kişiliği. Yani Sivasspor'un şampiyonluğa yaklaşmış gibi göründüğü bu sezonun son haftalarında, Anadolu takımı olarak şampiyonluğa ulaşmasını arzulayan Türk furbol izleyicisi sayısında, neredeyse her hafta sergilediği agresif tavırlar ve garip açıklamalarla ciddi bir azalmaya yol açan Bülent Uygun'dan farklı bir profil çizdi Ertuğrul Hoca. Üstelik Bülent Uygun medya ve taraftar baskısının kıyaslanmayacak akdar az olduğu bir camiada görev yapıyorken. Yıldırım Demirören ve Beşiktaş yönetimi bu önemli ayrıntıları göremedi, geldikleri noktada, iyidir kötüdüre çok bakmadan, artık Ertuğrul'la devam etmenin kendileri için uzun vadedeki anlamını ve avantajını anlayamadı. Ertuğrul Sağlam'ın teknik direktörlük becerilerini hiç tartışmıyorum, çünkü bu ligde çok saçmalamazsanız önemi yok. Herkes işte biraz futboldan anlıyor, biraz da öğreniyor. Buradaki mesele bir oyun ve onun nitelikleri değil, çok katmanlı bir sosyo-politik satranç oyunu ve onun parametreleri.

Benim yandığım, sezon sonuna gelindiğinde, bu vizyonsuzluğun, bu ne yaptığını bilmemenin, bu fahiş hataların doğru gibi görünmesi. İşte bu acayip ligin analizini yapmak bu nedenle çok zor. Herkes fahiş hatalar yapıyor ama ligin durumu o kadar kötü ki, fahiş hatalar bile ya garip bir şekilde doğru sonuç veriyor, veya normal vermesi gereken sonucu verdiği halde o sonuç fahiş olmaktan çıkıyor. Beşiktaş yönetiminin fahiş hataları mesela, şampiyonluk sonucunu verdi! Tabii bu hatalar zinciri sadece Ertuğrul meselesiyle sınırlı değil. Taa Del Bosque'yle anlaşıldığı günden bu yana devam eden bir süreçten bahsediyoruz. Real Madrid dışında bir takım çalıştırmayan bir adamı getirip koydular Beşiktaş'ın başına. Sonra da gönderirken, 8 milyon Euro da cep harçlığı vermek zorunda kaldılar. Ya da mesela Gökhan Zan ve İbrahim Toraman gibi oyuncularla defans kurgusunu oluşturmak mı diyelim, veya Sivok ve Zapatochny gibi herhangi bir değeri olmayan, başarısız olması durumunda kimsenin almayacağı oyuncuları transfer etmek mi diyelim. Ya da şuna ne buyrulur? Hırvatistan'dan bir savunmacı beğenip sonra kıçını açtığı görüntüler ortaya çıktı diye vazgeçmek, ama maalesef vazgeçilen anda peşinat ödenmiş olduğu için hiçbir ticaret adamının düşmeyeceği bir duruma düşmek, bunun üzerine mecburen aynı takımdan başka bir savunmacı almak zorunda kalmak! (Bakınız Gordon Schildenfeld).

Mustafa Denizli'yi seçmek de müthiş bir kararmış gibi algılanıyor ama ben bunu anlayamıyorum. Daha Ertuğrul Sağlam istifa etmeden ortaya düşüp teknik direktör arayan Yıldırım Demirören, çalmadık kapı bırakmayan, Lucescu'nun peşinde koşan Beşiktaş başkanı değil mi? Ortada o an için boşta olan en uygun isim Mustafa Denizli değil miydi? Mustafa Denizli, Ertuğrul Sağlam'dan farklı olarak takıma ne katkı sağladı? neyi değiştirdi? Yıldırım Demirören'in teknik direktörlük için imza attığı isimlerden hangisi başarılı bir dönem geçirmiş olarak hatırlanıyor? Vincent Del Bosque, Rıza Çalımbay, Jean Tigana ve Ertuğrul Sağlam? Bunların hepsi aslında ayrı ayrı incelendiğinde yanlış yönetim kararları gibi görünüyor. Ayrıca Real Madrid'in hocasını gönderdikten sonra, Beşiktaş'ın evlatlarına bir dönüş, sonra Fransız ekolüne geçip fazla bir kariyeri olmayan Tigana'yı getirmek, tekrar evlatlara dönüş, sonunda da müthiş Türk teknik direktörü Mustafa Denizli'de karar kılmak - Hangi tutarlı düşüncüler veya stratejilerin sonucudur bu seçimler?

Ya da Mustafa Denizli'nin 3 büyüklerde şampiyonluk yaşayan ilk teknik direktör olmaya hazırlandığı şu günlerde, neden kimse başka soruları sormuyor; Mesela '3 büyüklerin hepsinde birden görev yapan başka teknik direktör var mı?' Ya da Beşiktaş yönetimi Ertuğrul Sağlam istifa etmeseydi, Fabian Ernst, Yuşuf Şimşek ve Tomas Sivok'u, veya bunların yerine Hoca'nın tercih edeceği başka isimleri alıp kendisine verecek miydi? Mustafa Denizli özellikle son haftalarda takıma büyük katkı sağlayan Yusum ve Ernst olmasaydı, aynı sonuçları alabilecek miydi? Alması gerekirdi çünkü daha göreve gelmeden, hem de hemen öncesinde, Beşiktaş'ın kadrosunun şampiyonluk için yeterli olduğunu, hatta eksiği değil fazlası bulunduğunu ilan etti televizyonlarda! Şimdi bence 'yeterli' denemeyeceği ortaya çıkıyor, çünkü son haftaya geldik hala şampiyonluğu ilan edemedi Beşiktaş; kadrosuna 3 takviye yapmış, bunların tamamını sürekli ilk onbirde oynatmış ve özellikle ikisinden de büyük verim almış olduğu halde.

Galatasaray maçına gelince, açıkça Beşiktaş'ın şanslı olduğunu söyleyebiliriz. Yani Kewell'ın kaçan şutu, Sabri'nin Baroş'un pasındaki yanlış koşusu, Arda'nın müthiş frikiği, Yusuf'un golü atarken ki koşusunun sonunda dikkatli bakınca topu kaçırmış olduğu ama kaleciden dönen topun yine ona çarptığı gerçeği, hakemin Ernst'e göstermesi gereken tartışmasız ikinci kartı göstermeye cesaret edemeyişi (maçın kritik durumu, İnönü'de oynanması, ilk sarıyı hemen 5 dakika önce çıkartmış olması, ve en önemlisi bu hareketin sakin giden maçı çığrından çıkartabilecek bir potansiyel taşıması gibi nedenlerle) ve bunlar gibi akılda kalan dakikları düşününce önceki 9 maçta olduğu gibi, Beşiktaş'ın bu maçtan da 3 puanla ayrılmasının zor olduğu görülüyor. Ancak burada büyük bir haksızlıktan falan bahsetmek söz konusu değil. Bu yıl ligde o kadar çok böyle maç oldu ki, bu da Beşiktaş'ın son andaki şansı olarak kabul edilebilir. Galatasaray'lı futbolcuların da iyi oynamalarına rağmen topu rakip kaleninin içine sokmayı beceremediklerinden kaybettikleri sayısız maça bir yenisi eklenmiş oldu.

Beşiktaş yönetiminin fahiş hataları, ligin fahiş seviyesizliği içinde kendi kendilerini kaybetmeyi başardılar. Son haftalarda biraz takımın formda olması, biraz Mustafa Denizli'nin uyanık oyun şekli, ve tabii biraz da Sivasspor'un son anda hafif de olsa yine tökezlemesi gibi faktörler, Beşiktaş'ı fahiş hatalara rağmen şampiyonluk noktasına getirdi. Bu ligimizin fahiş hatalara rağmen başarı hikayesidir. Bir de bunun tersi olan durumlar var, yani çöküşe neden olması gereken fahiş hataların, çöküşe neden oldukları halde, çöküşün bir türlü gerçekleşememesi. Garip oldu değil mi? Açıklayacağım;

Gerçek bir ölçüm kriterine veya incelemeye tabi tutamayacağınız bu ilgin yapısı içinde, kendisini gösteren hataları bile doğru değerlendirmek mümkün olamıyor, çünkü oluşması gereken sonuç bir türlü oluşamıyabiliyor. Bunun örneği de Galatasaray'dır. Bir takım daha ne kadar batabilir? sorusunun muhatabı. Bugün 5.'lik mücadelesi içindeki Galatasaray'ın bu ligin en kaliteli kadrosuna sahip olduğu üzerinde tüm futbol kamuoyu hemfikir. Ligin başında olduğu gibi, bugün de hemfikir. En kaliteli kadro olmakla birlikte aynı zamanda en derinlikli kadro da. Şimdi kısa yoldan soruyorum: En kaliteli, en derinlikli kadroya sahip olan takım ligin son haftası 5.liği kurtarma ihtimali üzerine odaklanıyorsa, bu takımın yönetimi ne kadar başarılı olumuş olabilir?

İşte Galatasaray'daki durum da Beşiktaş'ın aksine, fahiş hataların her türlü platformda sonuçlarını göstermesine rağmen, ortaya çıkması gereken çöküşün bir türlü çıkmamasıdır. Yani bugün Galatasaray yönetimi apar topar istifa etmeliyken, Fransa'da teknik direktör bakıyorlar. Neye göre? Geçen yıl da Almanya'da bakmışlar, buldukları teknik direktörü Mart ayında geri yollamışlardı. Acaba ne düşündüler de, onun da yerine getirdikleri teknik direktörü değiştirmek üzere şimdi Mayıs ayında Fransa'da teknik direktör bakıyorlar? Neden ilki Almanya'dan, ikincisi Türkiye'den, üçüncüsü Fransa'dan oluyor mesela? Bu yöneticiler Eric Gerets'i neden yolladılar, yerine neden Michael Skibbe'yi seçtiler, sonra onu neden yolladılar, hangi özellikleri nedeniyle Bülent Korkmaz'ı getirdiler, sezon sonunda yollamak üzere mi getirdiler ve şimdi ne düşüncelerle Le Guen üzerinde yoğunlaşıyorlar? Bu sorulara kendilerinin bile tutarlı cevaplar vermesi bana mümkün görünmüyor.

Skibbe gönderildiğinde, şimdi daha da açıkça görülüyor ki, o gün için biraz geride kalmış gibi duran Galatasaray hala şampiyonluk potasındaydı. Ayrıca UEFA kupasında ümit veren turlar geçmişti. Çok daha önemli olanı, elindeki kadronun hakkını futbol olarak veremese de, Galatasaray takımı birkaç maç oynadı ki, bu yıl Türkiye'deki hiçbir takım futbol olarak o düzeye hiçbir maçda çıkamadı. Aklıma gelen Galatasaray dışında ilk örnek Fenerbahçe'nin Sevilla maçı olabilir. Deplasmandaki Benfica ve Hertha Berlin maçlarında Galatasaray taraftarı uzun bir aradan sonra o eski günleri hatırlatan bir futbol izledi. Takım içeride de bu futbolun örneklerini verdi. Arda, Kewell, Baros ve Lincoln'ün birlikte uyum içinde oynadığı 4-5 lig maçında da yarım saat rakibe nefes aldırmayan bir futbol ve 20 dakikada 3 gol gösterdiler taraftarlara. Michael Skibbe'nin müthiş bir teknik direktör olmadığını hepimiz biliyoruz. Hatta ben çok yanlış bir seçim olduğunu düşünüyorum ama bu noktada neden gönderildiğini de futbol değerlendirmeleriyle anlayamıyorum. Ancak sosyo-politik satranç oyunu değerlendirmesiyle anlayabiliyorum. Bir gaz birikmesi vardı tüm camiada, bunu çözmenin en mantıklı yolu kelle almaktı, alınacak en mantıklı kelle de Skibbe'ninkiydi.

Yine aynı değerlendime kriterleriyle bakarsak, Bülent Korkmaz da boşta olması, Galatasaray camiasında saygın ve sevilen kişiliği, yönetimle çatışmalardan uzak duracağı varsayımı, henüz yıpranmamış kariyeri (tabii artık yıprandı) ve belki de en önemlisi sezon sonunda tazminatsız gönderilmesinde hiçbir sorun çıkarmayacağıydı. Yoksa futbol bilgisi, becerisi, Skibbe'nin yapamadıklarını yapabileceği düşüncesi gibi faktörler söz konusu değildir. Nitekim yapamamıştır da. Galatasaray Skibbe kalsaydı da skor tabelası olarak aynı durumda mı olurdu? Belki, bunu söylemek zor. Ama iki net çıkarımı bağıra bağıra söyleyebiliriz: 1. daha kötü olmazdı. 2 takım Skibbe yönetiminde gösterdiği futbol pırılıtılarını, Bülent Korkmaz yönetiminde tek bir maçta bile göstermedi.

Mesela deseler ki, 'Biz uzun vadeli bir plan yaptık, Bülent Hoca'ya güveniyoruz, takıımı alacak sırtlayacak, geleceğe taşıyacak. Tabelaya değil, takıma yaptığı katkılara bakcağız. Bu değişiklik de koşullar gereği sezon ortasına geldi, ama uzun süreli çalışacağız.' Tamam, biz de bekleyelim o zaman. Öyle değil ki, Bülent Korkmaz, daha göreve başladığı gün istifa mektubunu cebinde taşıyordu. Zaten bu şartlarda başarılı olması mümkün değil, her maç serveti üzerine barbut atan adam psikolojisinde tecrübesiz bir hocanın, bir takımı yönetmesi söz konusu olamaz. Bülent Korkmaz'ın fahiş hataları da daha göreve geldiği günlerde başladı. Ayağının tozuyla çıktığı ve Galatasaray'ın şanslı bir galibiyet aldığı Bordeaux maçında zaten sağlıksız bir ruh hali içinde olduğunu bence gösterdi. Sanki tüm bu takımı kuran, oynatan, UEFA maçlarında o müthiş skorları alan teknik direktör Michael Skibbe değilmiş gibi, sanki Bülent Korkmaz bu takımla ilk antrenmanına 2 gün önce çıkmamış gibi, Skibbe'ye 'ilk maçtaki beraberlik' için sadece teşekkür etti. Bu baskının, stresin yarattığı kendini gösterme arzusunun sonucudur. O gün, daha ilk maçta rahat değildi Bülent Korkmaz. Daha o gün istifa mektubu cebindeydi, sonrasındaki her maç akşamı olduğu gibi.

Sonraki günlerde, baskı altındaki Türk teknik direktörlerde çok görülen, 'ben yaparım olur' anlayışı, oyuncuların mevkilerini değiştirmek, ya da ciddi riskler almak gibi hamlelerle kendini ispat etme davranışları Bülent Korkmaz'ın bünyesine de sirayet etti. Bu zaferi takip eden günlerde hem Bülent Hoca hem de yönetim bence fahiş hatalara devam ettiler. Öncelikle, Konya ve Bursa galibiyetlerinden sonra Bülent Korkmaz'a aşırı bir kendine güven geldi. Bu güvenle olduğunu tahmin ediyorum, yönetime Meira'yı satabilirsin olurunu verdi. Tabii ona sordularsa, sorduklarını varsaymak istiyorum. UEFA'da çeyrek finalin kapısına gelmişsin, Hamburg'a burada yenilmezsen, finale kalıyor 2 takım, 4 maç! Meydan boş, tüm büyük takımlar elenmiş. Bunun üzerine Avrupa maçlarında takım gerçekten farklı bir konsantrasyonla oynuyor, çok başarılı skorlar alıyor, umit ışığı görünüyor. Bu kupayı daha önce almış olmanın rahatlığı, hem takımda hem camiada finalin Kadıköy'de oynanacak olmasının yarattığı, yaklaştıkça düzeyi artan bir motivasyon. Her şey tamam, bir büyük takım, hedefi olan bir takım artık bu noktada UEFA Finali'ne kilitlenir. Kilitlenmek herkesi eze eze yenmek demek değildir ama bu hedefi öncelikli tutmak, kararları verirken ona göre hareket etmek, elinden gelenin en iyisini yapmak demektir. Galatasaray yönetimi ne yaptı, elinde kalan tek savunmacıyı sattı. O gün, o çeyrek finale uzanma maçında hemen önce. Bülent Korkmaz ne yaptı? 'Satın' dedi, 'Biz tamamız, hallederiz', tabii sordularsa.

Elinde savumacı kalmadığını bilerek, Türkiye'nin en başarılı savunma oyucunlularından birisi olan Bülent Korkmaz'ın sakin ve dingin kafayla, rahat bir psikoloji içinde böyle bir karar vermesi bence mümkün değildir. Meira Galatasaray'a ne kattı, o ayrı bir tartışma. Ama savunmacıdır, savunmayı organizasyonlarını bilen, düzeni anlayan, refleksleri, futbol becerileri savunma üzerine yerleşmiştir, tecrübelidir. Eleştirilebilir, satıladabilir, hele iyi para veriyorlarsa hemen satılır, ama elinde savunmacı kalmayan bir teknik direktör için Fernando Meira nimettir. Bu koşullar altında Galatasaray Kulubü 6.5 milyon Euro'ya sattı. Satmasaydı, sezon sonu satamaz mıydı? Bence satardı, ama belki 4,5 verirlerdi, belki de 3,5 verirlerdi. Artık 3 milyon Euro'ya satıyım falan dersen, bizim Anadolu takımları bile alır, sonuçta Portekiz milli takımında oynayan kariyerli bir savunmacı. Aradaki fark 2-3 milyon Euro, belki de UEFA Finali'nin satış bedeli oldu Galatasaray için.

Sonraki bir fahiş hata da ilk Hamburg maçında Emre'nin kırmızı kart görmesinden sonraki 37 dakika başarıyla savunmacılık yapan Kewell'a savunmacı olarak güvenmek ve rövanşa Kewell'ı stoper oynatarak çıkmak. Böyle zor durumlarda, maç içinde olur bu tür mevkii değişiklikleri. Ama kafadan Kewell'ı stoper oynatmak? Eh hadi savunmacın kalmadıysa, o da olur. Ama elinde var, genç milli takımın başarılı stoperi Semih var. Tecrübesiz ve genç ama 2 yıldır Galatasaray A takımında kadroda, zaman zaman yedek soyunuyor. Ayrıca milli takımda uluslararası tecrübesi de var. Sakat da değil. Kewell'da stoper yapmayı zorlayana kadar neden Semih'i hiç düşünmedik? Hiç değilse aradaki Trabzon maçında, hiç değilse bir devre oynatılsa, performansını değerlendirse teknik direktörümüz? Hayır. Semih Trabzon maçında da oyuna girmedi, Hamburg maçında da oyuna girmedi. Galatasaray, kendisini UEFA finaline taşımakta olan yukarıda saydığım lehte faktörlere, kendi sahasında attığı 2 gölü de ekledi ama sonrasında Hamburg'a İstanbul'da yenilip elendi. Savunmasını dağıldığı, tamamen yalnış pozisyon aldığı art arda kontraları durduramadığı için. Savunması hiçbirisi gerçek savunmacı olmayan futbolculardan kurulduğu için. Üstelik savunmacı bir hoca bunu yaptığı için. Kewell ya da başka bir oyuncu, maçın içinde oluşan özel durumlar neticesinde, stoperde oynayabilir, başarılı da olabilir, ama savunmacılarında oluşan bir savunma kurgusunun içinde. Her birisi kendi mevkisinde oynamayan oyunculardan savunma kurarsanız, o savunma çok kolay kontra yiyebilir, pozisyon hatası yapabilir. Meira'yı satıp, Semih'i hiç düşünmeyen zihniyet, çeyrek finale çıktı gibi görünen Galatasaray'ı 25 dakikada elemiştir.

Özetle Galatasaray yönetimi, sezon başında doğru transferler yapmış, iyi bir kadro kurmuştur, başarıları bunlardır. Ama sonra o kadroyu yanlış bir hoca seçimiyle heba etmiş, sezon içinde gösterdiği tutarsız tavırlar ve kriz yönetme beceriksizliğiyle hatalara devam etmiş, olmadık bir noktada bir oyuncusunu satarak, yanlışlara yanlış eklemiş, hocasını gönderek başka bir hata daha yapmış, ve belki de ligde değilse bile UEFA kupasından bu nedenle elenmiştir. Ligin en iyi kadrosu ligin son haftasında 5.'lik mücadelesi veriyorsa, o yönetime söylenecek en hafif sıfat 'başarısız'dır.

Fenerbahçe, Sivas ve hatta Trabzon, ve hatta Federasyon için de söyleyeceklerim var ama, halim kalmadı. Herkes o kadar kötü ki, eleştir eleştir bitmiyor. Kısa yoldan, 10 yıldır Fenerbahçe Başkanlığı yapan Azız Yıldırım'dan Fenerbahçeliler ne bekliyor anlamış değilim. Ya da şöyle söyleyelim, geçen yılki çıkışın ardından, takımı bu hale getiren, bu adamı Fenerbahçe'ye hoca diye getiren, parayla transferle işleri halledeceğini zanneden ve kariyerini müteahhit olarak yapmış olan bu başkandan bu yıl, bu sefer ne bekliyorsunuz Fenerbahçeliler?

Dost aci söyler. Bu yıl, Mustafa Denizli, Yıldırım Demirören ve Beşiktaş, futbolun değil ama satrancın galipleridirler. Beşiktaş'ın bu sezon şampiyonluğu hak etmediği söylenemez. Ama bunun nedeni, Beşiktaş'ın üstünlüğü değil, her kim şampiyon olursa olsun, Beşiktaş'tan daha fazla hak etmiş olmadığı gerçeğidir.

30 Mayıs 2009 Cumartesi

Küba'nın öğrettikleri

Şubemiz tarafından düzenlenen Küba Politik-Kültürel Gezisi'ne Şube Yönetim Kurulu'nu temsilen katıldım. Herşeyden önce Küba’nın dünyanın en ilginç destinasyonlarından birisi olduğunu özellikle belirtmek istiyorum. Gezimiz bazı açılardan başarılı bazı açılardan başarısızdı, ama geziye katılan herkesin Küba’yı gördüğü için çok memnun olduğunu sanıyorum. Hele de, Küba’nın turizm aracılığıyla dünyaya açılmaya başladığı, amabargonun hafifletilmesi konusunun konuşulduğu ve Fidel’in ne zaman öleceğinin tartışıldığı şu dönemde. Bir anlamda Küba’da bir dönemin kapandığı, yeni bir dönemin başladığı sürece tanıklık ettik. Hem de Küba Devrimi’nin 50.yılındaki 1 Mayıs’ı da Küba’da Devrim Meydanı’nda kutlayarak. Aşağıda geziyle ilgili görüşlerimi aktarıyorum.


Küba Mimarlar Odası ile temaslarımızın çok bilgilendirici ve aydınlatıcı olduğunu söylemeliyim. İlk gün gerçekleştirilen toplantıda Küba'da mimarlık pratiği, eğitim ve profesyonel çalışmalar hakkında bilgi verdiler. Toplantı katılımı ve benzer detaylar hakkında Evin Deniz'in raporundaki bilgilere ekleyeceğim bir şey olmadığı için ben daha çok kişisel gözlemlerimi ve bağlantılı görüşlerimi aktarmak istiyorum. 

Ciddi ekonomik sıkıntılar içinde olmaları ve ambargo nedeniyle malzeme ve teknoloji konusunda dünyadaki gelişmelere uzak durmalarına rağmen, Küba'da mimarlığa önem verildiğini hemen hissettik. Bu sıkıntıların sonucu olarak bizimle imzaladıkları işbirliği protokolüne de çok önemsediklerini ve maksimum düzeyde işletmek istediklerini açıkça ifade ettiler. Küba'lı meslektaşlarımızla işbirliği ile ilgili hızlı bir beyin cimnastiği yaptık. İlk aşamada önerileri Evin Deniz'in raporunda detaylandırdığı Küba Bienali ve Bizi Birleştiren Karayip bienallerine katılımımız. Gerçekten bizim bilgi ve deneyimlerimizi paylaşmak konusunda çok heyecanlılar. Bunun dışında karşılıklı sergiler oluşturabileceğimiz konusunda hemfikir olduk. Sergilerin hem düşük maliyetli, hem de hızlıca oluşturulup yollanabilecek, ama karşılıklı bilgi ve deneyim paylaşımına büyük katkı sağlayacak medyalar olduğunu düşünüyorum. Bizim tarafta belirli tematik başlıklar altında Türk mimarlığını anlatan segiler olyuşturabileceğimiz gibi daha önceden hazırlanmış bazı tematik gruplamaları da kullanabiliriz. Örneğin Ankara Bina Kimlikleri Sergi gibi.

Daha ileri aşamlarda öğrenci ve eğitmen değişimi gibi konuların olabilirliği üzerine çalışmaya karar verdik. Bu tür konularda Kübalı meslektaşlarımız için en önemli sıkıntı yaklaşık 1000 Euro'yu bulan yolculuk maliyeti. Ama belki bizim burada kurumsal destekler ve sponsorluk çözümleri oluşturmamız mümkün olabilir. Yine aynı şekilde üniversitelerin master stüdyo çalışmalarını karşılıklı uygulayabiliriz. Küba gerçekten farklı bir ortam ve bunun getirdiği farklıulaşan mimari parametreler sunuyor. Ama bununla birlikte birçok açıdan özellikle Akdeniz kültürüne benzerlikler de gösteriyor. Aşağıda daha detaylı oalrak  aktarmaya çalıştığım bu mimari karmaşıklık içinde proje üretip, sonra da Kübalı mimarların yaklaşımlarıyla değerlendirmelerin mimarlık öğrencilerine büyük katkısı olacağını düşünüyorum. 


Küba’yla ilgili öğretici olacak ilk yaklaşımın, Küba'nın sosyalist rejimi ve yarım yüzyıldır ambargo altında ezilen ekonomosinin, sadece mimarlara değil herkese öğrettiği açıkça anlaşılan onarım ve yeniden değerlendirme kültürü. Tüm dünyada Küba denince akla ilk gelen imajlardan birisi olan eski amerikan arabaları bu kültürün sembolik bir örneği gibi kabul edilebilir. Devrimden sonra ülkede kalan ve en yenisi 1959 model olan araçların, amerikadan yedek parça desteği bile olmadan, sürekli onarılarak kullanılıyor olması bu anlamda belki de tüm dünya için bir ders veriyor aslında. Heryerde, ve hatta araç tamirati konusunda ileri kabul edilecek ülkemizde bile, ömrü çoktan tamamlanmış kabul edilen ve özel örnekler dışında pek de rastlanmayan bu araçların; ticari olarak amerikaya en uzak ülkelerden birisinde, bir imaj haline gelebilecek kadar yaygın ve etkin kullanılıyor olması, tüketim döngüsüne karşı çıkan bir söylemin pratiğe dökülmüş başarılı örneği gibi duruyor.

Benzer bir yaklaşım mimarlık için de geçerli. Özellikle başkent Havana, biribirinden farklı ve bazısı gerçekten ilginç mimari stillerin eklektik ama uyumlu birlikteliğini sunuyor ama yine ağırlıklı olarak herşey çok eski. Buna rağmen Küba devletinin yaklaşımında sanki 'yıkmak' kavram olarak hiç yok, hatta hiç düşünülmemiş. Minimum müdahale ile tüm yapıları kullanmaya devam ediyorlar. Kaynak sıkıntısının sonucu olarak yapıların bir kısmı gerçekten çok bakımsız ve muhtemelen artık asgari yaşam koşullarını zorlar hale gelmiş. Ama bu bakımsızlığa rağmen, çok kabaca da olsa, tamamı son 20 yılda yeni olarak yapılmış yapıların oluşturduğu Anadolu kent ve kasabalarının yeni mahallelerini, buralardaki sokak siluetlerini düşününce, Havana'daki her bir sokağın  fiziksel çevre kalitesi çok daha yüksek görünüyor.
Yani yapılar bakımsız ve boyasız, ama sokak silutleri yine de çok çekici. Her yapıda belirli bir mimari duyarlılık, açık alanlar ve kapalı alana geçiş mekanlarına göserilen özen, bazı mimari stillerin etkileri ve yorumları gibi kavramlar okunabiliyor. Sokaklar geniş, belirli bir yeşil dengesi her yerde sağlanmış. İnsanların üzerine üzerine gelen ölçek zorlamaları, öne çıkmak için uygulanan saçmalıklar yok. Muhtemelen ticari rekabet yoğun olmadığından fazla tabela da yok, ve bu tabelasızlık sokak ve yapı algısında insanın tahmin edeceğinden çok daha büyük bir ferahlama yaratıyor. Hatta bizim belki de unuttuğumuz  bir ferahlık.

Aslında bu ferahlık fiziksel çevrenin dışında hayata da yansımış durumda. Biraz iklimden, belki biraz da sisemden ve hatta kaynaksızlıktan; genel bir rahatlık ve acelesizlik havası hakim. Küba’da yaşam da biraz ferah. Aceleyle bir yerlere koşan birilerini görmek çok zor. Bağıran çok ama kavga eden birilerini görmek neredeyse mümkün değil. Farklı bir bakış açısı sunuyor aslında Küba tüm dünyaya. Yaşam biçiminden mimarisine, daha yavaş, daha ferah, yıkmak yerine tamir etmeyi destekleyen, daha az tüketmenin ve daha çok paylaşmanın mümkün olduğu bir dünyaya açılan pencere gibi... 

Bu kıyaslamaların kısa bir gezi sonucunda oluşan ön fikirler olduğunu göz önünde bulundurmakla birlikte, en azından bir yaşam biçimi olarak tüketim döngüsü içinde yuvarlanan toplumlar için, onarım kültürü ve fiziksel mekana ait değerler açısından daha detaylı incelemeler yapmanın gerekli olduğunu hissediyorum. Çünkü bu bakış açısı değişikliğinin sadece kaynak sıkıntısı çeken toplumlar için geçerli olmayadığı açık. Kaynak sıkıntısı daha az olan toplumlarda da daha verimli uygulamalara ve sonucunda daha kaliteli fiziksel çevrelere ulaşmak için bu bakış açısının katkısı olacaktır.

Nitekim Havana Mimarlık ve Restorasyon Ofisi'nin de son yıllarda dış destekler aracılığıyla sağlanan sınırlı kaynakları kullanarak gerçekleştirdiği restorasyon örneklerinde de aynı bakış açısının yansımalarını görmek mümkün. Çok başarılı restorasyon uygulamaları gördüğümüzü düşünüyorum, ancak elbette restorasyon değerlendirmeleri yapabilmek için daha kapsamlı incelemeler gerekir. Bu kısa gezi sonucunda belki şu kadarını söylemek mümkün; kaynaklar sınırlı, tüm Havana'yı düşününce, restorasyon sayısı da çok az; ama ben, şöyle bir bakışta 'kötü' diye nitelendirilebilecek tek bir restorasyon örneği görmedim!


Fakirlik ve imkansızlık Mimarlar Odası ziyaretimizde de tüm ağırlığıyla kendini hissettirdi. Ben ortada tek bir bilgisayar, tek bir ofis makinası göremedim. Boş bir sınıfta, küçük ve yine boş bir toplantı masasının etrafına dizildik. Cuba Libre'ler geldi hemen. Şaşırtıcı bir şekilde hem görüştüğümüz insanların mesleki bilgileri ve entellektüellik düzeyleri, hem de bize hediye ettikleri ve çok özene bezene hazırladıkları belli olan birkaç yayının içeriği ve kalitesi, yukarıdaki yoklukla celişiyordu. Toplantı ilerledikçe, yokluk kayboldu. 

Küba'yı tanıdıkça, Evin'in tanıştırdığı gazetecenin söylediği gibi, Küba'da ‘okumamanın’ aptallık olduğunu anladım. Eğitim bedava ve yapılacak en iyi şey okumak. Böyle olunca eğitim seviyesi oldukça yüksek, buna bağlı olarak entellektüel ve mesleki becerileri de gelişmiş bir toplum çıkıyor ortaya. Bu toplumun ürettiği mimarlık da, diğer birçok şey gibi belirli bir kalite ve duyarlılığı mutlaka taşıyor. Donanımlı ve bilgili insanlar, imkansızlıklar içinde de olsalar, ve hatta öyle oldukları için, yaptıklarını iyi ve uzun ömürlü yapmayı, bir başka deyişle, kötü yapmamayı öğreniyorlar. 

ve bir de her yapılanın devrime hizmet etmesi gerektiğini...


Diğer taraftan, mimariye şekil veren ana faktörlerin en azından bir kısmının Türkiye'yle benzeştiğini söylemek de mümkün. İklim benziyor mesela, en azından sahillere. Böyle olunca hayatın çoğu açık ve yarı-açık mekanlarda geçiyor. Küba'da da teraslar, bahçeler, rehberimizin sürekli 'koloniyal, koloniyal' diye tariflediği mimari tarzın vazgeçilmez öğeleri olan avlular ve portikler mimari literatürün önemli elemanları. ama tüm Küba'yı eklektik bir düzlem olarak da görmek mümkün. Çünkü bu elemanların çok çeşitli kullanımlarını, farklı dönemler ve stiller çerçevesinde görebiliyorsunuz. Havana'da modernizm etkisiyle yapılmış eskiden Amerikan zenginlerine aitmiş gibi görünen villaların yanında İspanyol Baronlarına aitmiş gibi görünen klasik veya Neo-klasik tarzdaki villalar duruyor. Trinidad'da devrimden sonra yapılmış büyük ve prizmatik sosyalist toplu konutlar kentin yeni bölümünü oluşturuken, bir köymüş gibi görünen eski kısımda tek katlı bitişik nizam evler Koloniyal ve Akdeniz mimari özelliklerinin değişik yorumları gibi görünüyorlar. Yani Küba aslında bazı açılardan bu topraklara, bu iklime ve buradaki insanların sıcaklığına çok benzerken, bazı açılardan da Batı dünyası temelli dünyamızda unuttuğumuz veya fazla karşılaşmadığımız eklektik tadlar, ilginç sentez ve yorumlar sunuyor mimarlara. Sokaklarda Birgi'dekinin aynısı bir taş kaplama ortaya doğru eğim yaparak bir kanal oluşturuyor, ama Akdeniz ve Ege'nin aksine sokaklar cadde gibi çok geniş. Yapıların tek katlı olması da bu genişlik hissini arttırıyor. Kalkan'daki evlerde eskiden kullanılan karoların aynılarını gördüm dünyanın öbür ucunda, Trinidad'da. Desen, renk tamamen aynı. Ama diğer taraftan bambaşka bir ahşap işçiliği ve de ahşabın kendisi.


Küba'nın bir yandan bu topraklara çok benzeyen, diğer yandan da dünyaya bambaşa bir pencere açan bir etkisi var. Bunun kendileri de farkındalar, özellikle yurt dışını iyi tanıyan akademisyenler ve devlet yetkilileri. Hatta toplantımızda zaman zaman bizlerin sahip olduğumuz imkanları daha iyi kullanmak için Küba’dan öğreneceğimiz şeyler olduğunu ima ettiler. Artık birer sigaranın da yakıldığı ortam, tam da Türk insanının hiçbir zaman tam resmileşemeyen keyfiliğini, kuralları tam uygulayamayan sıcaklığını, ve dahası bu hissi yavaş yavaş unuttuğumu, hatırlattı bana. Onlar için çok yüksek olan seyahat maliyetlerinini bize de çok yüksek gelmesine biraz yandan yandan güldüler. Hani siz nerelere ne paralar harcıyorsunuz der gibi... Elinizdeki kültürel malzemenin başka nasıl yorumlanabileceğini görebilmek için, bu kadar değerli bir bilgiye ulaşmak için, hele de sizin imkanlarınız çerçevesinde... Dolayısıyla bir şeyleri değiştirmek için, var olan malzemelerin, kullanımların, bir araya gelişlerin alternatiflerini arayan, bunlar başka türlü nasıl bir araya gelir? sorusunu soranlar için önemli cevaplar sunuyor. Üstelik imkansızlıkların öğrettiği ilkelerin zenginliğiyle.


diğer fotoğraflar için: http://picasaweb.google.com/kutaykarabag/Cuba2009#

25 Mayıs 2009 Pazartesi

Hoşçakal Tugay, hoşgeldin Tuncay


İngiltere Premier Lig'de forma giyen iki yıldızımızdan Tugay Kerimoğlu futbolu bıraktı, Tuncay Şanlı ise küme düştü.. Tugay'ın vedası sırasında ise Tuncay'a tribünlerden ciddi mesajlar vardı.. Blackburn taraftarı; "Gel ve yeni Türk efsanemiz ol" diye seslendi genç yıldıza..

9 Nisan 2009 Perşembe

Incredible India, unforgettable goa...

Sonunda cikiyoruz havaalanindan biraz hava alabilecegim. Bahreyn aktarmali toplamda 6 saat süren ucusumuz kayitlarda 12 saat gecmekte. Goa bileti alinsin, kalacak yer bakilsin, free transfer beklensin derken 18.00 yapmisiz saati. Goa ucusu sabah 6 da, indian airlines, 3400 rupies..Ilk 50 ye bolup dolar ederini bulma calismalari, ne zaman alisagiz acaba? Havaalanindan otelimizi ayarliyoruz . Oda fiyati 2000 rupi. Siki pazarlik ediyoruz anca bu kadar iniyorlar. Hindistanda birinci kural : her sey icin pazarlik et! Tatilimiz boyunca kalacak yer icin en yuksek bedeli veriyoruz, ama havalanlari pek guvenli degil bu gunlerde.. Teroristler otellere, tren istasyonuna saldirmislar her an sira buraya da gelebilir. Ciddi bir guvenlik aramasindan gecmedik. Ellerinde dedektor bile yok. Acık renk kıyafetli bambu sopali polislerin sayisi belli ki yeni artmis ama onlar da henuz saskin haldeler.. Savas ve terorden uzak, askeri gucu olmayan bir devleti silahlanmaya mecbur birakiyorlar. İlerleyen gunlerde Hindu gazetelerinden takip ediyorum dunyanin diger polis teskilatlarindan ornekler veriyorlar ve sorguluyorlar ne kadar silaha ihtiyacimiz var? İcim aciyor, Hindistan yavastan kendini sevdirmeye basliyor..

Bir anda sari siyah bir bulutun icine giriyoruz.. nem mi bu, 35 derece sicaklik mi, toz toprak mi, havadaki koku mu, insan kalabaligi mi? Bir sigara yakiyorum, takiliyor havanin agirligina gecmiyor bogazimdan. Gece olunca diyorum, belki biraz nefes alabilirim. Tropik iklimdeyim oysa gecesi gunduzu mu var?

Taksiyle kalacagimiz otele dogru yola ciktik..is cikisi mi, ne bu kalabalik ? otobusler hinca hinc dolu , yollar dolu, surekli korna caliyo herkes. Kamyonlarin arkasinda “Horn please” yaziyor. Dikiz ve yan aynalar kirik veya yok, korna dururken tam olarak ne ise yaradiklari anlasilmamis. Ve tabi yayalar da yoldan ancak korna calinca cekiliyor. Geleneksel sari elbiseli kizlar rengarek dolaniyorlar. Zaten trafik ters yonde bi de kesmekes bi de surekli dat dat dat dat..kaldirimlarda acik yiyecek satanlar, meyve sulari satanlar, hint fakirleri.. Ara ara burnumuza gelen icimizi hoplatan keskin baharat kokulari… otel 15 dakka uzaklikta demislerdi, yarim saattir Bombay trafigindeyiz. Mecidiyekoy trafiginde mi kalsaydim?Bakirkoyde mi tikansaydim, Bombay trafigindeyim iste..

Otel dedigimiz sey iki yildizli, oda dedigimiz dort duvar..Penceremiz yok klimamiz var. Hah bi de televizyon. Ya Bollywood filmlerini izleyebiliriz, ya da teror haberlerini.. Kitledik kapimizi cikmayacagiz disari. Ton baliklarimiz var, suyumuz var. Daha uyur uyanik karisik ruyali saatler gecirecegiz, uc gibi havaalaninda olacagiz, daha goa ya varacagiz..

Vardik. Ele ele tutusarak iniyoruz ucagin merdivenlerini. Karsimizda koskoca GOA yaziyor, inanamiyorum!!! Bir hayalim gercek oluyor!!! Yuz reflekslerimi kontrol edemiyorum, aglamakla gulmek arasindayim… nefes aldigimi hissediyorum..

Hedefimiz belli. Anjuna Beach e gidicegiz, bir zamanlar hippilerin nu yasam denemeleri yaptigi, backpackerlarin meshur plajina..Pre paid taksi 750 rupi, yaklasik 50 km mesafe, 45 dakikalik yol.. Taksimizde tutsuler, kucuk buda heykelcikleri, palmiyeler arasindan ilerliyoruz. Ara ara Portekizlerden kalma evler, kiliseler, Budist tapinaklari, okula giden Hindu cocuklar, lokal sabah mahmurluklari manzaramiz olmakta. Elimizde gezginlerin bestsellerı Lonely Planetin Goasi, kalacak guest house bakiyoruz..Kalacak yerinizi ayarladiniz mi diye soranlar, bakiyoruz iste simdi :) Sunset Guest Houseu gozumuze kestirdik, parti marti haberleri de burada kolayca edinilirmis, gussseeel.. Flea Market alanindan geciyoruz simdi bos ama carsamba bekle bizi, alis veris ne demek ogretmeye gelecegiz..

Sunsette yer yokmus, bos yer zor bulursunuz yanda Top Shop var oraya sorun dediler. Oda bi yatak bi banyo, bi hamam boceginden olusmakta. Hicbir hijyen malzemesi bulunmamakta (Tabi ki cantalarimiz islak-kuru tuvalet kagitlari, sabunlar, pureller, sampuanlar dolu dersimize calisip gelmisiz). Ama pervane var, otantik hint desenli carsaf var, iki de sandalye var. E bizim de jetlag olmus, uykusuz kalmis beyinlerimiz, yorgun dusmus bedenlerimiz var, kabul ediyoruz. 550 rupiden hop 500 rupi oda fiyatı. Adam basi 250 rupi, bol 50 ye, 5 dolar gecesi. Eh fena degil. Seriyoruz evden getirdigimiz yastigimizi carsafimizi soyle bi iki saat uyuyoruz. Sahile bir ayak bassam, bir denize girip ciksam iki sahili kolacan etsem cozucem durumlari biliyorum..

Anjuna beach 2-3 km uzunlukta, sahil boyu onlerinde rahat minderli tahta sezlongları bulunan snack barların, kiyafet zimpirt satan kucuk kucuk bambu dukkanlarin bulundugu, heryerinden coconut agaclari fiskiran kumluklu bir plaj. Her yerde gezen, oturan, guneslenen inekler ve onlarin fotograflarini ceken turistler var. Bu gunlerde memleketinde kurban bayrami kutlayan bizler icin inekler surekli bir espiri konusu. Onlerinden gecmemeye, saygida kusur etmemeye calisiyoruz tabe : )Plaji boydan boya gecip sagindan solundan kerteriz almak suretiyle en uctaki Andy’s de artik bisiler yiyelim diyoruz. Tad ve hijyen konusunda tedirginiz. Ben bi vegatable tost bir de kola ( seker ihtiyacim var, global tadlara siginiyorum) soyluyorum. 40 Rp tost + 50Rp kola. Diyet kola 70 Rp. Niyeyse artik? Vegatable tostumun icide domates peynir salatalik sogan var..Sogan bir sabah kahvaltisina bu kadar mi yakisir, bundan sonra sabahlari soganli tostlar yemege karar veriyorum.

Donus yolunda deniz kenari hostel bakiyoruz. Yarin tasinmak uzere bos odalar buluyoruz. Bulamazsiniz demislerdi oysa. Eee ilk gun kandirilmalar olacak o kadar. İstesem de Hintlilere kizamiyorum. Dunyanin aglayan yuzune, yillarca somurulmus ac birakilmis, kastlarin sinirladigi kara derili insanlarin kara gozlerine baktikca kizamiyorum.

Sezlonglarimiza yerlestik iste, karsimizda Arap denizi, kumlu, yavas yavas derinlesen ,cekim gucu kuvvetli dalgali. Arka fonda hint usulu nefis chill out sarkilar calmakta..Sicaklik 35 derece ama hafif ruzgarli bu nedenle hissedilen 32 derece. Surekli onumuzden tropik meyve saticisi kadinlar, masaj yapan adamlar, fal bakanlar, dumbelek satanlar hena(hint kinası) yapan kizlar gecmekte .. Etrafimizi saran Hintli kizlar surekli come too my shoop prooomisee lateer nice too meet youu, you’re like chickeeen demekte. Thank you ,promise, noo thanks, later later demekten bitap dusuyoruz..Turkey den geldigimizi duyunca cok sasiriyorlar,ilk defa duyuyorlar..Bi ara yanimizda yatan cocukla aramizi bile yapmaya calisiyolar, tanisiyoruz biz de cocukla İsrailli adi Niv (Bknz. Goaya gidip İbranice ogrenmek) .. Hos bes derken aksam nerde yemek yesek diyoruz ben sizi bir yere gotururum diyor ayriliyoruz…

Hazirlandik aksam yemegi icin Niv geldi. Bi baktik motorla gelmis. Insanlar oralara 4 ila 6 aylik sureler icin geldiklerinden ev bir de motor kiraliyorlar. Motorlar cok ucuz satin alip sonra satmak bile mumkun. Bu sayede cevre plajlari gezmek cok daha kolay oluyor. Biz de bindik koyluler gibi uc kisi motora yemek yiyecegimiz yere gittik. Biryan adli restaurant acik mutfakli bir hint kebabcisi. Orda Chicken Sahti Kebab yedik, yaninda da Product only for Goa olan Kingfisher marka litrelik strong biralardan ictik. Strong da strong yani :) Bu gazla ciktik Vagotara Nineball adli clubte meshuuur goa trans muzigiyle cosmaya gittik..Berbat yollarda uc kisi motorda giderken yolumuza cikan ineklere allahim sana geliyorum deyip durduk :) Veremden mi olseydim, yaslanip ecelimle mi gitseydim, Goa da motor kazasi gecirip oldu olurum iste..

Dokuz gibi bara gittigimizde cok hizli moda girmek zorundaydik cunku on dedim mi muzik birden kesiliyor, isiklar yaniyor ve herkes hizlica mekani terk ediyor. Motor parkinda herkes birbirine parti nerde parti nerde diye soruyordu. Orlardan birseyler yakalamak mumkundu ama biz bu bir saatte yeterince eglendigimiz icin evimizin yolunu tuttuk . Kendi muzigimizle kendi kucuk partimizi vermek uzere..

Cumartesi gunu artik olaylari cozmus vaziyette gecti. Sahilde kisilerle sohbetcikler muhabbetcikler. Hepside aydin insanlar, Ataturku bilmiyolar ama eminim tanisalar severlerdi. Konusmalarimizi duyanlar bizi Rus sandi (ben bunu alfabemizdeki Ç harfine bagliyorum), pazarlik yapma gucumuzu gorenler bizi İsrailli sandi, Ingiliz olup olmadigima dair aralarinda iddiaya girenler oldu. Biz de bol bol “in my country” li cumleler kurduk, vatani milleti tanittik. Bir sure sonra baktik ki ben cevreye cok hakimim ucan kus kacmiyor gozumden muhtarlik secimlerinde adayligimi koymama, Goaya muhtrella olmama Atli katliyla oy birligiyle karar verdik.

Cumartesi gecesi yakinlardaki bir gece pazarina gidelim dedik. Yolda karanliklardan onumuze cikan saticilarin etkisiyle ve de kafamdaki gitmeyelim sesini durduramam nedeniyle Asli kusumu yoldan dondurdum. Tribe girdim bak kizi da engelledim diye uzulsem de nasi gece pazarindan geri kalirim diye dusunsem de o an cok dogru gelmisti. Sonra dan Kanadali Chris’ten(Evereste cikip Goa’ya inen) ogrenecektik ki bomba bulundugu icin pazar iptal olmus..Bir kere daha 6th sensim galip gelmisti i see dead people demisti..

Birbirine benzeyen plaj gunleri ve geceleri disinda akilda kalici noktalar. Little Vagotor ve Arambol plajlarina yaptigimiz geziler. Tuk tuk veya cocotaksi benzeri Riksalarla gunubirlik bu plajlara gittik. (Hindistan taksi kurallari: 1- Mutlaka gidecegin yeri soyle anladigindan emin ol mumkunse tekrar etsin 2- ucreti konus, bastan pazarligini yap 3- Cok pahali de umursamaz tavirlarla yoluna devam et mutlaka geri cagiriyorlar 4- asla parayi onceden verme dogru yere geldigine emin oldugunda ver)Arambol coook buyuk bir plaj. Gece sahilde kumlarin uzerine masalar attilar bizde deniz mahsulleri keyfi yaptik. Arambol de garsonlar genellikle Katmandululu. Hintlilere gore daha cakal bunlar. Bizi ulkelerine davet ettiler..Bir gun mutlaka diyerek ayrildik yanlarindan. Ordan gunduz plajda tanistigim sarisin, beline kadar rastalari olan Julien adli fransiz kemanci cocugun konserini dinlemeye gittik. Bu grup batili hint enstrumanlarindan ham, tabla ve ek olarak keman ve saksafonla hint muzigi yapmaktaydi. Samsara adli plaj barinda kumlarin ustune oturup Kingfisherlarimizi yudumlayarak dinledik, sonra evimize, anjunamiza geri donduk ..

Carsamba pazari(FleaMarket) yine merakla bekledigimiz gunlerdendi. Yine bomba korkusu vardi ama bu sefer 6. hislerim okey verdi, biz de gittik. Koskocaman bir pazar, arka fonda surekli trans muzik calmakta. Hersey rengarek pek guzel ama alici gozle bakinca bir sey almakta zorluk cektik. Hepsi burada da var. Evet ucuz ama buradan almadigimi oradan neden alayim gibi bir dusunce hakim. Biraz hayal kirikligi yasasakta tabi Hintlilerin hatirina bitip tukenmeyen pazarliklarin sonunda bi kac bisiler aldik iste. Bu arada Flea Markete cok yakin olan, lonely planette yazan German Bakery adli nefis restauranti kesfettik hatta aksam yemegi icin de oraya gittik. Aksam orda da baska bir batili grubun yaptigi etnik canli muzigini dinledik. Bi tanesi saz caliyordu.

Yine harika yemek yedigimiz yerlerden bitanesi Xavier adli restaurant oldu. Ben orada kopek baligi yedim. Koskocaman nefis kopekbaligina ki en pahali yemekti 300 Rp. gibi komik bir para odedim. Yemek icmek bu kadar ucuz olunca biz de hic bir masraftan kacinmadik tebi. .

Hah bi de Zoories var oda kayaliklarin uzerinde nefis gun batimi manzarali bir restaurantti. Gunes batarken kayaliklarda Hintlilerin denize mumlar birakip dua etmelerini izledik..

Ve vagatordaki Juice cu . Onundeki kucuk meydanda hippilerin toplastigi, baris cubuklarini tutturdukleri, bir cesit kurtarilmis bolge.. Gunboyu birbirinden nefis juicelarda cabasi. Pineaple, coconut, mango, banana, grape sulari, milk shakeleri, meyve salatalari nefisti.

Bunlarin disinda gunduz sahilde flier dagittiklari, filmleri duyurduklari barlardaki acik hava sinemalari da yine vazgecilmez aktivitelerimizden oldu. 6.45 ve 22.00 seanslarindan biz genelde eglence cikisi ondaki filmin sonlarina (misal Spider3,Quantum of Solance) denk geliyorduk. Sinemaya ugramamizin nedeni filmlerden cok, en ama en cok sevdigim Hint lezzeti Pakora nin sadece sinemalarda yapiliyor olmasi idi. İci peynirli yamuk yumuk pakoralar munch yildizlari olarak gecelerimi aydinlatti :)

Son olarak sansli bir sekilde denk geldigimiz dolunay.. Aksam uzeri Haldun ve İdil’in tavsiyesiyle Anjunanin en guney ucuna gittik. Burada saat dort itibariyle trans muzuk baslamakta ve oldukca ilginc tipler dans etmekte. Burada Katolik bir Hintli gemici ile tanistik. Bizim onunla konusmamizdan oyle mutlu oldu ki, daha once İstanbulda da ona cok iyi davrandiklari icin bize ickiler uzerine ickiler ismarladi. Hatira fotolari cekildikten sonra biz kumsalda sekizler cizerek tekrar kuzeye evimize dogru yuruduk . Ay o sirada coktan yukselmisti. Calangute da dolunay partisine cagirmisti herkes ama biz dolunayda denize girmeyi tercih etik.. Dalgalar deli gibi gel git yapiyordu, bizi yerden yere atiyordu. Eh dedim bir kez daha, belediye cukuruna mi dusseydim, otobanda tren mi carpsaydi , goada dolunayda gece denizde gulmekten bogulurum iste..

Donus zamani gelmisti … Yoldan gecerken bizi verandasina davet eden İsrailli cocuun evinde tanistigimiz, bir partide aldigi bisiyin etkisiyle herkesi banana olarak goren ve sonrada karisini bosayip goaya yerlesip bananali tsortler yapip satan Multy Banana lakapli adam gibi kafayi kirma ve de yerlesme planlari yaptim. Hatta tam Flea Markette cok iyi bir fikir de gelmisti aklima ama bizim yakin zaman hafiza suremiz 5 sn yeye indigi icin aninda unuttum..Et yememekten herhalde :)

Saat ikide taksi gelecek. Artik kahveportakal rengini almis kolumdaki saatime bakiyorum. Bize gore iki size gore sabah sekiz bucuk. Rotar yapma olasiligi nedeniyle aksam yedide degil de dortte ki ucaga binmek zorundayiz. Saatler o kadar degerli ki 2 saat icin bile cok uzgunuz. Keske sabah ucagimiz daha gec olsaydi Keske domestik ucuslari kontrol etme tecrubesine onceden sahip olsaydik. O zaman cumartesi gecesini havaalani yerine goa da gecirebilirdik. Lakin donmemiz lazim muhim sehrimizde muhim islerimiz bekler bizi. Ucagimizi kacirma gibi bi riskimiz olamaz. Tabi biz ucagimiz keske gec olsaydi diye dilerken biraz konuyu acmamisiz demek ki sabah havaalaninda check ine gittimizde gulf airde calisan Hintli amcalar bize ucagimizin rotar yapacagini, Bahreyn deki aktarma ucagimizi kaciracagimizi bu nedenle Bahreyn de bizi bi gece agirlayip pazartesi Istanbul ucagina bindireceklerini dediler. Butun gece bankta uyumus gozlerimden cikan atesle, sinirden gittikce kabaran saclarimla adamcagizlara bugun icinde istanbulda olmam gerektigini gidip butun ucuslari kontrol etmelerini onlar etmezse kendimin edecegini izah ettim. Hayir Hintlilere kizamama zaafim da var.. Neyseciime emirates ten zar zor 9.45 ucagina( ahh ahh basindan boyle olsaydi ya) yer buldular da Dubai uzerinden bizi yoladilar. Promise verdigimiz de gitmedigimiz satici kizlarin ahinimi aldik nedir donus yolculugumuz 35 saat surdu. Artik jetlagleri siz hesap edin :)

Son sozler: mutlaka bir yol bulunacak goaya geri gidilecek mutlaka ama mutlaka bu sefer daha uzun sure kalinacak. O zamana kadar goa nin goa olarak kalmasi icin dua edilecek..

Bir goan atasozu;

You can do everything. You are in goa!!

Anjuna tezahurati:

Biz an-ju-na-ciyiz, guneye karsiyiz,
Hayat anjuna da olmak demektir
Vagatora gideriz, arombolu severiz
Ama en coook anjunaciyiz biz (beşiktas marsi seklinde okunacak)

Ayşıl Pınarbaşı
17.12.2008
İstanbul

6 Nisan 2009 Pazartesi

Yemeksepeti NYPD siparişi

Burayı tüketici köşesinde dönüştürmek gibi bir niyetim yok ama bundan sonra, çok sık yaşadığımı tükerici sorunlarımı insanlara duyurmak için bu mecrayı da kullanmaya karar verdim. Gökçe'nin koçtaş hikayesinin aldığı müthiş rating de gaz verdi tabii..

Artik ulkemizde benzer bir sacmalik yasamadan gecen 1 hafta olmadigindan, bilincli vatandas olmaya calisanlarin enerjileri sürekli tukendiginden, ve de sipariş verdiğim anda cok ac oldugumdan, bu geceki saçmaliği uzatmadim ve belki sonrasinda size yazarsam daha akillica hareket etmis olurum diye dusundum. Nitekim siparisi sitenizden verdigim icin, restaturant kadar sizin de sorumlulugunuz oldugunu, hatta benim muhatabimin siz oldugunuzu dusunuyorum.

Dun gece, canim herhangi bir seyi cok cekmedigi icin, sansi yemeksepeti notlarina vermeye karar verdim. Acik restaturantlar icinde NYPD, Yildiz, yanindaki indirim ve promosyon ikonlariyla kendini gosteriyor, 9-9-10 olan notlariyla dikkat cekiyordu. Fazla uzatmiyim dedim, girdim. Tek kisilik kucuk menuyu sectim, kucuk pizza, salata ve icecek 12,75 TL. Hatta kucuk hesaplara girip, icecek istemedigimden, salata ve pizzayi ayri ayri alsam diye baktim; basit bir akdeniz salatayla zaten fiyat 14 TL oluyordu. Bir de uzerine yemeksepeti uyelerine %10 indirim ikonu oldugunu hatirladim, fiyat 11,48 TL oldu. Sitenizin gonderdigi sonr raporda da boyle yaziyordu.

Siparisi verdim beklemeye basladim. Ac oldugum icin net olarak farkindayim, 35 dak. sonra geldi. Bir yandan ‘ne gerek var’ diye icimden gecirmeme ragmen, kredi kartini uzatirken ‘ne kadar?’ diye sordum. ‘12,75’ dedi, hemen arkasindan da ekledi, “yemeksepeti oldugu icin kampanya yapamiyoruz!”. Uzama ihtimaliyle aramizda baslayan diyalog soyle gelisti:

B – O ne demek zaten yemek sepetinde gordugum fiyat 11,48’di??

O – (Kendinden emin, hatta bu işlerin böyle olduğunu bana öğreten bir yuz ifadesiyle) ama menu olduğu icin yapamiyoruz...

B – Olur mu canim, ne alakasi var? ben siparisi yemek sepetinden verdim, orada ne görüyorsam fiyat odur.

O – (Bu arada kendisine uzattigim kredi kartindan parayi cekiyor ve de sesini cikarmiyor)

 

Kara ani gelmisti; 1 TL icin kriz mi yaraticam, yoksa paşa pasa paracıklari odeyip, yemeği mi yiyecegim? 1 TL’sine bakmam normalde ama,

 

B – Çok aç olmasam geri yollardım.

O – Menü olduğu için..

Hala bana menü diyor... Çok isterdim geri yollamayı ve şöyle bir nutuk çekmeyi...

-          Bak kardeşim, ne alaksı olduğu anlaşılmayan gerekçeler sıralama bana. Salak gibi mi görünüyorum? Ben bunu yemeksepetinden sipariş ettim, orada ne yazıyor, bak ekrana ne yazıyor? 11,48 TL di mi? Sipraiş aynı, menü aynı, daha sen bana ne anlatıyorsun? Git bunu geri götür, müdürün yesin. Sonra da yemeksepeti’ne telefon, biz sizin sitenizde yazanlardan farklı fiyatlar talep ediyoruz müşterilerimizden haberiniz olsun de!

Yollamadım, nutuğu da çekmedim. Yemeğimi yedim ama sinirle yükselen adrenalin açlığımı bastırdı, keyfim kaçtı.. Nooldu? Güzel medenice bir internet siparişi verelim dedim, işte böyle oldu.  Notlarda da yönlendirme mi var şüphesini duymaya başladım. Salatada hiçbir numara yoktu. Pizza fena değildi açıkçası, hani 10 üzerinden 8.5 diyelim. Servis, zaman ve servis elemanı açısından 6, hadi bilemedin 7, ama tüm bunları bastıran ‘pişkinlik’ notu 1. Bu notları da oraya aktarırsanız sevinirim. 

2 Şubat 2009 Pazartesi

Nihat'ın Çeklere Attığı 3. Gol

Türkiye - Çek Cumhuriyeti maçı öncesi yaklaşık 1 aydır milli takımı takip ediyordum. Bütün planlarımızı itiraf ediyorumki herkes gibi bizim ekip de milli takımın gruptan çıkma ihtimalinin düşük olduğunu varsayarak yapmıştık. Otel, kiralık araba rezervasyonlarımız o akşam doluyordu, ertesi gün de dönüş uçak biletimiz cebimizdeydi. Hatta benim 1 ay sonra düğünüm var, biran evvel dönüp hazırlıklara başlamam gerekiyordu. İstanbul'da müstakbel eşim beni bekliyor, ben de İsviçre'de her geçen gün stresle doluyordum. Ve Nihat'ın son dakikalardaki golleri geldi. İşte 3. golün benim kameramdan videosu aşağıda. Bu gol bize Viyana'da otel rezervasyonu yapmakla uğraşma, yeni bir araba kiralama ve bana artı bir stres olarak geri dönse de ne kadar mutlu olduğum heralde yüzümden okunuyordur. Hepsine değerdi. Teşekkürler Nihat, teşekkürler milli takım birkez daha bize yaşattığınız mutluluk için.

http://www.pennearabiata.blogspot.com/ 

8 Ocak 2009 Perşembe

1 Kasım 2008 Cumartesi

1 Kasım 2008

Eloşumuza,

Günlerdir birinci doğumgünün için ne yazacağımızı düşünüp düşünceden düşünceye koşarken ve gene, her zamanki gibi, bu işi de son dakikaya bırakmışken, birden bire gelen bir haberle sarsıldık. Dedenin kalbinden ameliyat olması gerekiyormuş ve kaderin garip bir cilvesi olarak tam da senin doğumgününde ve senin doğduğun hastanede. Neyse ki, başarılı bir ameliyat geçirdi ve şu an yoğun bakımda dinleniyor. Gelecek sene ikinizin birden doğumgününü Akay Hastanesi'nde kutlayalım diyoruz. Bu sene ister istemez çok gölgede kaldın.

Oysa ki bir haftadır kafada neler neler yazdık. Her seferinde, ne yazarsak yazalım, bizi ne kadar mutlu ettiğini anlatacak doğru kelimeleri bir araya getiremedik. Kelimeler hep senin bir adım gerinde kaldı. Bir senedir yaşadıklarımızı, hayatımıza getirdiğin ışığı ve kattığın anlamı nasıl yapsak da sana anlatsak, sana nasıl teşekkür etsek bilemedik. Ve artık doğumgününün son anları...

Canımız kızımız! İyi ki doğdun, iyi ki varsın. İyi ki yemek yemiyorsun ve iyi ki uyumuyorsun ayrıca. Hayatımıza renk geldi, ne o öyle günde altı saat uyumalar, tv izlemeler, müzik dinlemeler, kitap okumalar, tatile çıkmalar vardı hayatımızda. Şimdi sadece sen varsın ve hepsinden iyisin! Afacanlıklarını, dilinden dökülmeye başlayan tatlı sözcükleri, 2 gün önce attığın adımcıkları, hep seni hep seni konuşmak en önemli işimiz artık.


Sevdiklerinle birlikte geçirdiğin en mutlu anlarını bir araya getirip bir klip yaptık. Yaparken de izlerken de çok eğlendirdin bizi.

İyi ki doğdun kuzu budumuz!

23 Ekim 2008 Perşembe

Tha Fall



Tarsem Singh her zaman düşündüğüm bir şeyi yine benden önce yapmış; Rüya filmi. Çok başarılı görsel sahnelerin kurgulandığı filmde, hikaye gelişirken, ağır hastalığın ve yalnızlığın iç dünyasına dündürdüğü bir adamın küçük bir kıza anlattığı hikayelerin kızın gözünde rüyalaşmasını görüntülenmiş. Filmin ana konusu hikayelerin görselleşmesinden geri planda kalıyor ama hastanedeki hayattan kısa bir kesit sunan filmin hikayesi de yalın ve derin.Hikayelerin rüyalaşması, izole bir ortamda kızın algısının yakaladığı imgelerin kullanılmasıyla ustaca görselleştirilmiş. Burada fimin derinliği, görsel yalınlık ve rüya absürdlüğünü yakalayabilmesinini dışında, bu imgelerin küçük kızın kafasında nasıl görselleşeceği üzerine de derin bir çalışmayı yansıtıyor.Fim zaman zaman ağırlaşabiliyor. Aslında bu da rüyaların absürdlüğüne ve bütünlüğü kurmanın zorluğuna benziyor. Ama sinemayla ilgilenen kişiler için mutlaka görülmesi gereken bir eser. Görselliği örneklemek için birkaç resim koyuyorum ama istediğim resimleri de bulamadığım kayıtlara geçsin.


Kızın rüyalarındaki görsel öğelerin ve hatta kişilerin izole hastane ortamından bilinçaltına yerleştiğini yavaş yavaş ve sonuna doğru fark ettirmesi açısından biraz Usual Suspects havası var. Sahnelerin yalın ve etkileyici görsel kurgusunu ifade etmek için de yönetmenin önceki filmi The Cell'in veya Hero'nun şiirselliklerinden bahsedilebilir. Ama The Cell'e göre kesinlikle daha kaliteli bir film.

Zeitgeist: The Movie - Zamanın Ruhu



Tek kelimeyle müthiş bir belgesel. Peter Joseph'in hiç yeni çekim yapmadan kurguladığı bu tek kişilik yapıt 3 bölümde din, terör ve dünya ekonomisi arasındaki bağları ortaya sermeyi hedefliyor. İlk bölümde Hristiyanlık örneğinde dinlerin tarih boyunca nasıl kullanıldığını, temel güç odaklarıyla olan ilişkilerini inceliyor. İkinci bölümde, başka birçok muhalif belgeselde olduğundan daha başarılı bir şekilde, resmi 9/11 söylemini çökertiyor. Kısa, öz ve anlaşılabilir argümanlarla söylemin her noktasına saldırıyor ve eleştirinin bir adım ötesine geçerek kendi açıklamalarını ortaya koyuyor. Son bölümde ekonomik güç odaklarının dünya ekonomisini yönlendirmesi ve terör ve savaş gibi olguları da basit araçlar olarak kullanması üzerine oturttuğu argümanını son yüzyıl tarihinden örneklerle Yeni Dünya Düzenine kadar başarıyla taşıyor.
Film başından sonuna kadar, giderek dojazı arttırarak gelecek olan tehlikelere karşı bireyleri açıkça uyarıyor. İzleyicileri birey olmayı anlamaya ve birey olmaya çağırıyor. Bu açık taraflılık durumu belki bir eleştiri medyası yaratabilir. Ya da Joseph'in politik duruşuna eleştirel bakmak isteyenler için bu yanlılık bir eleştiri nedeni olabilir. Argümanlarını beslemek için kullandığı zengin verileri de araştırıp doğrulamak biraz zor. Ama dersine iyi çalışmış olduğu da apaçık ortada.

The social manipulation of society through the generation of fear and division has completely detached humans from their sense of power and reality.

Zeitgeist, bir anlamda başarılı bir uyanış ve kendine geliş haykırışı. Görsel yapısı çok güçlü olmasa da, yer yer sinematografik ögeleri kendi argümanı ve kurgusu çerçevesinde başıyla kullanan bir belgesel. Zaten sinematografinin mesajın önüne geçmesi de istenmemiş. Sinematografi yalın ve yerinde bir araç olarak kullanıyor.
En az iki kez izlenmeli.
http://www.imdb.com/title/tt1166827/

Barış K’s Eurasia Mix Part III - Türk Kozmik Space Masters

Uzun zamandır bu sayfalarda yerini bulan dostumuz Barış K’nın Eurasia serisi artık Atlantik hudutlarını aştı ve New York’un hem en popüler, hem en havalı DJ / Producer’larından, DFA Records‘cu Tim Sweeney’in haftalık radyo programı ‘Beats in Space’in başköşesine oturdu. Tim’in “Bu senenin en iyi programı oldu” dediği Avrasya’nın son halkasını buradan paylaşıyoruz.

Amerika’da WNYU‘da yayınlanan bu radyo programının parça sıralaması şöyle:

Mahzuni Şerif - Yuh Yuh
Özdemir Erdoğan - Bir Adım Öte
Edip Akbayram & Dostlar - Mehmet Emmi (Barış K Edit)
Derdiyoklar - Yaz Gazeteci (Barış K Edit)
Gülden Karaböcek - Şu Sazıma Bir Düzen Ver
Kamuran Akkor - İkimiz Bir Fidanız (Barış K Edit)
Arif Sağ - Osman Pehlivan (Barış K Editt)
Timur Selçuk - Panayır Günü (Barış K Edit)
Şenay - Dalkavuk (Barış K Edit)
Modern Folk Üçlüsü & Ayşegül Aldinç - Dönme Dolap (Barış K Edit)
Şenay - Honki Ponki (Barış K Edit)
Neco - Hayaller ve Rüyalar (Barış K Edit)
Osman İşmen - T.R.T. (Barış K Edit)
Zerrin Özer - Umut (Barış K Edit)
Nazan Şoray - Teselliye Sen Gerek (Barış K Edit)
Zerrin - Son Defa (Barış K Edit)
Osman İşmen - Süt İçtim (Barış K Edit)
Ajda Pekkan - Bir Dost Bulamadım (Barış K instrumental edit)
Ajda Pekkan - Petrol (Barış K Edit)
Cem Karaca - Nem Alacak Felek Benim (Barış K Edit)
Selda - Meydan Sizindir (Barış K Edit)
Edip Akbayram - Ayrılık (Barış K Edit)
Derdiyoklar - Dom Dom Kurşunu (Barış K Edit)
Ersen - Derman Bulunmaz (Barış K Edit)
Barış Karademir feat. Candaş Baş - 200 (Demo Miks)
Edip Akbayram - Yaralarım (Barış K Edit)

Buradan dinleyin

Buradan da indirin