1 Haziran 2009 Pazartesi

2008-09 sezonu değerlendirmesi

Beşiktaş artık şampiyon gibi. Tüm futbol kamuoyu çok kalitesiz bir lig olduğu üzerinde hemfikir. Ben de şimdi bu ligin durumu ve Beşiktaş'ın şampiyonluğu üzerine bir değerlendirme yapmak istiyorum. Şimdi biraz geriye giderek Beşiktaş'ın şu çok konuşulan ilk sıralardaki takımlara karşı yaptığı maçların skorlarını hatırlatarak başlamak istiyorum:
3. hafta Trabzonspor 0 - Beşiktaş 0
8. hafta Beşiktaş 1 - Sivasspor 1
11. hafta Bursaspor 0 - Beşiktaş 0
13. hafta Fenerbahçe 2 - Beşiktaş 1
16. hafta Galatasaray 4 - Beşiktaş 2

Beşiktaş ilk devre, ligin üst takımlarıyla yaptığı 5 maçta 3 puan almış, 4 gol atmış.

20. hafta Beşiktaş 1 - Trabzonspor 1
25. hafta Sivasspor 1 - Beşiktaş 1
28. hafta Beşiktaş 0 - Bursaspor 0
30. hafta Beşiktaş 1 - Fenerbahçe 2
34. hafta Beşiktas 2 - Galatasaray 1

İkinci devre aynı grupla yaptığı maçlarda 6 puan toplamış, 5 gol atmış.
Puan hesabını da bir kenara koyalım, ama ne kadar cılız skorlar, ne kadar ümit kıran bir tablo.

Sondan önceki hafta İnönü'de Galatasaray karşısına çıktı Beşiktaş, şampiyonluğun en büyük favorisi olarak. Tam da bu esnada skor tabelasına baktığımızda, Türkiye Ligi'nin en başarılı takımları Sivasspor, Trabzonspor, Galatasaray, Fenerbahçe ve Bursaspor olarak kabul edilebilir, çünkü bu noktadan sonra bir kopma var. Beşiktaş takımı Galatasaray karşısına çıktığı bu maça kadar ligin üst grubundaki kendi dışındaki 5 takımla yaptığı 9 maçın hiçbirisini kazanamamış, toplam 5 puan toplayabilmiş 5 gol atabilmiş. Sivasspor, Trabzonspor, Fenerbahçe, Galatasaray ve Bursaspor; bu takımlardan hiçbirisine karşı 2 maçlık seride üstünlük sağlayamamış. Galatasaray'a da 4-2 yenilip şimdi 2-1 yenerek bu üstünlüğü sağlayamadan, ama üst gruptaki takımlar karşısında 10. maçta ilk galibiyetini almış olarak sezonu tamamladı Beşiktaş. Belki de bu son galibiyet Beşiktaş'ı şampiyon yaptı.

Bu belki yakın Türk futbol tarihinin en kötü ve seviyesiz liginde, şu anda ışığı görmüş, kapıyı aralamış durumdaki Beşiktaş, ligin başında iddialı takımların en kötüsü gibi görünüyordu, şampiyonluk adaylarının sonuca en uzağı gibi duruyordu. Bu gidiş öyle bir noktaya geldi ki, 07.10.2008'de Beşiktaş teknik direktörü, Beşiktaş'ın evladı Ertuğrul Sağlam istfia etti ya da ettirildi. Şu açıklamayla: "Yüzüme karşı destek veriyoruz diyenlerin, ben görevde olduğum halde başka teknik adamlarla görüşmesini hazmedemiyorum. Şimdi istedikleri ile rahat rahat görüşebilirler. Türk teknik adamlarının saygınlığını korumak adına istifa ediyorum".

O gün itibarıyla Beşiktaş'ın durumu şöyle: İlk 6 hafta ligde henüz yenilgi almamış, 14 puan toplamış ve 3. sırada. En son kendi sahasında Hacettepe'yi 2-1 yenmiş, UEFA Kupası birinci tur rövanşında, bu sezon UEFA'nın fırtına takımlarından birisi olan ve çeyrek finale kadar mağlubiyet yüzü görmeyen Metalist Kharkiv'e 4-1 yenilip elenmiş. Teknik direktörün gönderilmesi, bana sorarsanız, fahiş bir yönetim hatası. Bu ligde büyük takımların en çok ihtiyaç duyduğu şey, kendi camialarından olan, saygı duyulan, kafası çalışan genç bir teknik direktör adayı. Ama belirli bir olgunluk ve karizmaya da sahip olan, bir süre sıkıntıyı göğüsleyebilecek, sezonun ilk haftalarında hemen devrilmeyecek birisi. Ve de tabii, bu kişinin arkasında durabilecek, ona zaman verebilecek bir yönetim. Bakınız Galatasaray'ın UEFA Kupası'na doğru uzanan dört yılı. Bu durumun oluşmaşı Türkiye koşullarında, tüm klüplerde çok zor, işin en zor kısmı da ilk 1 veya 1.5 yılı atlatmakta oluyor. Daha doğrusu ilk baraj 6-7 hafta (bakınız Rıdvan Dilmen), eğer sezon başı görev başladıysa, ikinci kritik viraj devre arası ya da hemen sonrası (bakınız Rıza Çalımbay) oluyor. Yöneticiler sanırım şöyle düşünüyor, ilk durumda; 'şimdi gönderirsek fazla bir kaybımız olmaz, gelen adam eksiklikleri telafi edebilir', ikinci durumda ise; 'sezon sonuna bir faydası olması için, şimdi gönderdik gönderdik, son şansımız!'. Zaten 'gönderme' kavramı daha adam gelirken masanın üzerinde duruyor. Geleni nasıl göndeririz, daha ilk günden kafaların bir köşeşinde çözüm arayan bir soru olarak dolanıyor. Bu koşullarda aksi aptallık olur.

Bu ilk barajları atlatan camiadan teknik direktörler için sonraki ciddi sınav 1.5 yılı geçirmek, yani bir tam sezonu geçirip ikinci sezonun o ilk günleri gibi sıkıntıları atlatmak. Veya sezon ortasında görev başladıysa, o sezonu tamamlayıp, sonraki sezon için de güven kazanıp, bir de üzerine o sezonun bütün o kritik aşamalarından geçmek. Bunu atlatan teknik direktör, artık yerini sağlamlaştırmış sayılabilir. Ama tabii bu pek görülen bir durum değil, özellikle büyük takımlar için. Belki Bülent Uygun şu aşamada, 2 sezondur şampiyonluğu kaçırmasına rağmen, bu noktaya geldi. Hem kendi takımı, hem de transfer olabileceği takımlar için belirli bir sağlamlık düzeyine erişti. İşte Ertuğrul da birçok sıkıntıyı atlatarak, tüm o barajları geçerek bu sezona başlamıştı. Mesela Şampiyonlar Ligi gol yeme rekorunu kıran bir teknik direktörü göndermek için daha güzel bir bahane düşünemiyorum. Üstelik Ertuğrul Sağlam'ın bu uzun soluklu süreci atlatabilmek ve olgunlaşmış bir 'Ertuğrul Hoca' olarak çıkabilmek için çok kritik bir avantajı vardı; çok sakin, basınla ilişkilerini sulandırmayan, medyada olmaktan fazla hoşlanmayan kişiliği. Yani Sivasspor'un şampiyonluğa yaklaşmış gibi göründüğü bu sezonun son haftalarında, Anadolu takımı olarak şampiyonluğa ulaşmasını arzulayan Türk furbol izleyicisi sayısında, neredeyse her hafta sergilediği agresif tavırlar ve garip açıklamalarla ciddi bir azalmaya yol açan Bülent Uygun'dan farklı bir profil çizdi Ertuğrul Hoca. Üstelik Bülent Uygun medya ve taraftar baskısının kıyaslanmayacak akdar az olduğu bir camiada görev yapıyorken. Yıldırım Demirören ve Beşiktaş yönetimi bu önemli ayrıntıları göremedi, geldikleri noktada, iyidir kötüdüre çok bakmadan, artık Ertuğrul'la devam etmenin kendileri için uzun vadedeki anlamını ve avantajını anlayamadı. Ertuğrul Sağlam'ın teknik direktörlük becerilerini hiç tartışmıyorum, çünkü bu ligde çok saçmalamazsanız önemi yok. Herkes işte biraz futboldan anlıyor, biraz da öğreniyor. Buradaki mesele bir oyun ve onun nitelikleri değil, çok katmanlı bir sosyo-politik satranç oyunu ve onun parametreleri.

Benim yandığım, sezon sonuna gelindiğinde, bu vizyonsuzluğun, bu ne yaptığını bilmemenin, bu fahiş hataların doğru gibi görünmesi. İşte bu acayip ligin analizini yapmak bu nedenle çok zor. Herkes fahiş hatalar yapıyor ama ligin durumu o kadar kötü ki, fahiş hatalar bile ya garip bir şekilde doğru sonuç veriyor, veya normal vermesi gereken sonucu verdiği halde o sonuç fahiş olmaktan çıkıyor. Beşiktaş yönetiminin fahiş hataları mesela, şampiyonluk sonucunu verdi! Tabii bu hatalar zinciri sadece Ertuğrul meselesiyle sınırlı değil. Taa Del Bosque'yle anlaşıldığı günden bu yana devam eden bir süreçten bahsediyoruz. Real Madrid dışında bir takım çalıştırmayan bir adamı getirip koydular Beşiktaş'ın başına. Sonra da gönderirken, 8 milyon Euro da cep harçlığı vermek zorunda kaldılar. Ya da mesela Gökhan Zan ve İbrahim Toraman gibi oyuncularla defans kurgusunu oluşturmak mı diyelim, veya Sivok ve Zapatochny gibi herhangi bir değeri olmayan, başarısız olması durumunda kimsenin almayacağı oyuncuları transfer etmek mi diyelim. Ya da şuna ne buyrulur? Hırvatistan'dan bir savunmacı beğenip sonra kıçını açtığı görüntüler ortaya çıktı diye vazgeçmek, ama maalesef vazgeçilen anda peşinat ödenmiş olduğu için hiçbir ticaret adamının düşmeyeceği bir duruma düşmek, bunun üzerine mecburen aynı takımdan başka bir savunmacı almak zorunda kalmak! (Bakınız Gordon Schildenfeld).

Mustafa Denizli'yi seçmek de müthiş bir kararmış gibi algılanıyor ama ben bunu anlayamıyorum. Daha Ertuğrul Sağlam istifa etmeden ortaya düşüp teknik direktör arayan Yıldırım Demirören, çalmadık kapı bırakmayan, Lucescu'nun peşinde koşan Beşiktaş başkanı değil mi? Ortada o an için boşta olan en uygun isim Mustafa Denizli değil miydi? Mustafa Denizli, Ertuğrul Sağlam'dan farklı olarak takıma ne katkı sağladı? neyi değiştirdi? Yıldırım Demirören'in teknik direktörlük için imza attığı isimlerden hangisi başarılı bir dönem geçirmiş olarak hatırlanıyor? Vincent Del Bosque, Rıza Çalımbay, Jean Tigana ve Ertuğrul Sağlam? Bunların hepsi aslında ayrı ayrı incelendiğinde yanlış yönetim kararları gibi görünüyor. Ayrıca Real Madrid'in hocasını gönderdikten sonra, Beşiktaş'ın evlatlarına bir dönüş, sonra Fransız ekolüne geçip fazla bir kariyeri olmayan Tigana'yı getirmek, tekrar evlatlara dönüş, sonunda da müthiş Türk teknik direktörü Mustafa Denizli'de karar kılmak - Hangi tutarlı düşüncüler veya stratejilerin sonucudur bu seçimler?

Ya da Mustafa Denizli'nin 3 büyüklerde şampiyonluk yaşayan ilk teknik direktör olmaya hazırlandığı şu günlerde, neden kimse başka soruları sormuyor; Mesela '3 büyüklerin hepsinde birden görev yapan başka teknik direktör var mı?' Ya da Beşiktaş yönetimi Ertuğrul Sağlam istifa etmeseydi, Fabian Ernst, Yuşuf Şimşek ve Tomas Sivok'u, veya bunların yerine Hoca'nın tercih edeceği başka isimleri alıp kendisine verecek miydi? Mustafa Denizli özellikle son haftalarda takıma büyük katkı sağlayan Yusum ve Ernst olmasaydı, aynı sonuçları alabilecek miydi? Alması gerekirdi çünkü daha göreve gelmeden, hem de hemen öncesinde, Beşiktaş'ın kadrosunun şampiyonluk için yeterli olduğunu, hatta eksiği değil fazlası bulunduğunu ilan etti televizyonlarda! Şimdi bence 'yeterli' denemeyeceği ortaya çıkıyor, çünkü son haftaya geldik hala şampiyonluğu ilan edemedi Beşiktaş; kadrosuna 3 takviye yapmış, bunların tamamını sürekli ilk onbirde oynatmış ve özellikle ikisinden de büyük verim almış olduğu halde.

Galatasaray maçına gelince, açıkça Beşiktaş'ın şanslı olduğunu söyleyebiliriz. Yani Kewell'ın kaçan şutu, Sabri'nin Baroş'un pasındaki yanlış koşusu, Arda'nın müthiş frikiği, Yusuf'un golü atarken ki koşusunun sonunda dikkatli bakınca topu kaçırmış olduğu ama kaleciden dönen topun yine ona çarptığı gerçeği, hakemin Ernst'e göstermesi gereken tartışmasız ikinci kartı göstermeye cesaret edemeyişi (maçın kritik durumu, İnönü'de oynanması, ilk sarıyı hemen 5 dakika önce çıkartmış olması, ve en önemlisi bu hareketin sakin giden maçı çığrından çıkartabilecek bir potansiyel taşıması gibi nedenlerle) ve bunlar gibi akılda kalan dakikları düşününce önceki 9 maçta olduğu gibi, Beşiktaş'ın bu maçtan da 3 puanla ayrılmasının zor olduğu görülüyor. Ancak burada büyük bir haksızlıktan falan bahsetmek söz konusu değil. Bu yıl ligde o kadar çok böyle maç oldu ki, bu da Beşiktaş'ın son andaki şansı olarak kabul edilebilir. Galatasaray'lı futbolcuların da iyi oynamalarına rağmen topu rakip kaleninin içine sokmayı beceremediklerinden kaybettikleri sayısız maça bir yenisi eklenmiş oldu.

Beşiktaş yönetiminin fahiş hataları, ligin fahiş seviyesizliği içinde kendi kendilerini kaybetmeyi başardılar. Son haftalarda biraz takımın formda olması, biraz Mustafa Denizli'nin uyanık oyun şekli, ve tabii biraz da Sivasspor'un son anda hafif de olsa yine tökezlemesi gibi faktörler, Beşiktaş'ı fahiş hatalara rağmen şampiyonluk noktasına getirdi. Bu ligimizin fahiş hatalara rağmen başarı hikayesidir. Bir de bunun tersi olan durumlar var, yani çöküşe neden olması gereken fahiş hataların, çöküşe neden oldukları halde, çöküşün bir türlü gerçekleşememesi. Garip oldu değil mi? Açıklayacağım;

Gerçek bir ölçüm kriterine veya incelemeye tabi tutamayacağınız bu ilgin yapısı içinde, kendisini gösteren hataları bile doğru değerlendirmek mümkün olamıyor, çünkü oluşması gereken sonuç bir türlü oluşamıyabiliyor. Bunun örneği de Galatasaray'dır. Bir takım daha ne kadar batabilir? sorusunun muhatabı. Bugün 5.'lik mücadelesi içindeki Galatasaray'ın bu ligin en kaliteli kadrosuna sahip olduğu üzerinde tüm futbol kamuoyu hemfikir. Ligin başında olduğu gibi, bugün de hemfikir. En kaliteli kadro olmakla birlikte aynı zamanda en derinlikli kadro da. Şimdi kısa yoldan soruyorum: En kaliteli, en derinlikli kadroya sahip olan takım ligin son haftası 5.liği kurtarma ihtimali üzerine odaklanıyorsa, bu takımın yönetimi ne kadar başarılı olumuş olabilir?

İşte Galatasaray'daki durum da Beşiktaş'ın aksine, fahiş hataların her türlü platformda sonuçlarını göstermesine rağmen, ortaya çıkması gereken çöküşün bir türlü çıkmamasıdır. Yani bugün Galatasaray yönetimi apar topar istifa etmeliyken, Fransa'da teknik direktör bakıyorlar. Neye göre? Geçen yıl da Almanya'da bakmışlar, buldukları teknik direktörü Mart ayında geri yollamışlardı. Acaba ne düşündüler de, onun da yerine getirdikleri teknik direktörü değiştirmek üzere şimdi Mayıs ayında Fransa'da teknik direktör bakıyorlar? Neden ilki Almanya'dan, ikincisi Türkiye'den, üçüncüsü Fransa'dan oluyor mesela? Bu yöneticiler Eric Gerets'i neden yolladılar, yerine neden Michael Skibbe'yi seçtiler, sonra onu neden yolladılar, hangi özellikleri nedeniyle Bülent Korkmaz'ı getirdiler, sezon sonunda yollamak üzere mi getirdiler ve şimdi ne düşüncelerle Le Guen üzerinde yoğunlaşıyorlar? Bu sorulara kendilerinin bile tutarlı cevaplar vermesi bana mümkün görünmüyor.

Skibbe gönderildiğinde, şimdi daha da açıkça görülüyor ki, o gün için biraz geride kalmış gibi duran Galatasaray hala şampiyonluk potasındaydı. Ayrıca UEFA kupasında ümit veren turlar geçmişti. Çok daha önemli olanı, elindeki kadronun hakkını futbol olarak veremese de, Galatasaray takımı birkaç maç oynadı ki, bu yıl Türkiye'deki hiçbir takım futbol olarak o düzeye hiçbir maçda çıkamadı. Aklıma gelen Galatasaray dışında ilk örnek Fenerbahçe'nin Sevilla maçı olabilir. Deplasmandaki Benfica ve Hertha Berlin maçlarında Galatasaray taraftarı uzun bir aradan sonra o eski günleri hatırlatan bir futbol izledi. Takım içeride de bu futbolun örneklerini verdi. Arda, Kewell, Baros ve Lincoln'ün birlikte uyum içinde oynadığı 4-5 lig maçında da yarım saat rakibe nefes aldırmayan bir futbol ve 20 dakikada 3 gol gösterdiler taraftarlara. Michael Skibbe'nin müthiş bir teknik direktör olmadığını hepimiz biliyoruz. Hatta ben çok yanlış bir seçim olduğunu düşünüyorum ama bu noktada neden gönderildiğini de futbol değerlendirmeleriyle anlayamıyorum. Ancak sosyo-politik satranç oyunu değerlendirmesiyle anlayabiliyorum. Bir gaz birikmesi vardı tüm camiada, bunu çözmenin en mantıklı yolu kelle almaktı, alınacak en mantıklı kelle de Skibbe'ninkiydi.

Yine aynı değerlendime kriterleriyle bakarsak, Bülent Korkmaz da boşta olması, Galatasaray camiasında saygın ve sevilen kişiliği, yönetimle çatışmalardan uzak duracağı varsayımı, henüz yıpranmamış kariyeri (tabii artık yıprandı) ve belki de en önemlisi sezon sonunda tazminatsız gönderilmesinde hiçbir sorun çıkarmayacağıydı. Yoksa futbol bilgisi, becerisi, Skibbe'nin yapamadıklarını yapabileceği düşüncesi gibi faktörler söz konusu değildir. Nitekim yapamamıştır da. Galatasaray Skibbe kalsaydı da skor tabelası olarak aynı durumda mı olurdu? Belki, bunu söylemek zor. Ama iki net çıkarımı bağıra bağıra söyleyebiliriz: 1. daha kötü olmazdı. 2 takım Skibbe yönetiminde gösterdiği futbol pırılıtılarını, Bülent Korkmaz yönetiminde tek bir maçta bile göstermedi.

Mesela deseler ki, 'Biz uzun vadeli bir plan yaptık, Bülent Hoca'ya güveniyoruz, takıımı alacak sırtlayacak, geleceğe taşıyacak. Tabelaya değil, takıma yaptığı katkılara bakcağız. Bu değişiklik de koşullar gereği sezon ortasına geldi, ama uzun süreli çalışacağız.' Tamam, biz de bekleyelim o zaman. Öyle değil ki, Bülent Korkmaz, daha göreve başladığı gün istifa mektubunu cebinde taşıyordu. Zaten bu şartlarda başarılı olması mümkün değil, her maç serveti üzerine barbut atan adam psikolojisinde tecrübesiz bir hocanın, bir takımı yönetmesi söz konusu olamaz. Bülent Korkmaz'ın fahiş hataları da daha göreve geldiği günlerde başladı. Ayağının tozuyla çıktığı ve Galatasaray'ın şanslı bir galibiyet aldığı Bordeaux maçında zaten sağlıksız bir ruh hali içinde olduğunu bence gösterdi. Sanki tüm bu takımı kuran, oynatan, UEFA maçlarında o müthiş skorları alan teknik direktör Michael Skibbe değilmiş gibi, sanki Bülent Korkmaz bu takımla ilk antrenmanına 2 gün önce çıkmamış gibi, Skibbe'ye 'ilk maçtaki beraberlik' için sadece teşekkür etti. Bu baskının, stresin yarattığı kendini gösterme arzusunun sonucudur. O gün, daha ilk maçta rahat değildi Bülent Korkmaz. Daha o gün istifa mektubu cebindeydi, sonrasındaki her maç akşamı olduğu gibi.

Sonraki günlerde, baskı altındaki Türk teknik direktörlerde çok görülen, 'ben yaparım olur' anlayışı, oyuncuların mevkilerini değiştirmek, ya da ciddi riskler almak gibi hamlelerle kendini ispat etme davranışları Bülent Korkmaz'ın bünyesine de sirayet etti. Bu zaferi takip eden günlerde hem Bülent Hoca hem de yönetim bence fahiş hatalara devam ettiler. Öncelikle, Konya ve Bursa galibiyetlerinden sonra Bülent Korkmaz'a aşırı bir kendine güven geldi. Bu güvenle olduğunu tahmin ediyorum, yönetime Meira'yı satabilirsin olurunu verdi. Tabii ona sordularsa, sorduklarını varsaymak istiyorum. UEFA'da çeyrek finalin kapısına gelmişsin, Hamburg'a burada yenilmezsen, finale kalıyor 2 takım, 4 maç! Meydan boş, tüm büyük takımlar elenmiş. Bunun üzerine Avrupa maçlarında takım gerçekten farklı bir konsantrasyonla oynuyor, çok başarılı skorlar alıyor, umit ışığı görünüyor. Bu kupayı daha önce almış olmanın rahatlığı, hem takımda hem camiada finalin Kadıköy'de oynanacak olmasının yarattığı, yaklaştıkça düzeyi artan bir motivasyon. Her şey tamam, bir büyük takım, hedefi olan bir takım artık bu noktada UEFA Finali'ne kilitlenir. Kilitlenmek herkesi eze eze yenmek demek değildir ama bu hedefi öncelikli tutmak, kararları verirken ona göre hareket etmek, elinden gelenin en iyisini yapmak demektir. Galatasaray yönetimi ne yaptı, elinde kalan tek savunmacıyı sattı. O gün, o çeyrek finale uzanma maçında hemen önce. Bülent Korkmaz ne yaptı? 'Satın' dedi, 'Biz tamamız, hallederiz', tabii sordularsa.

Elinde savumacı kalmadığını bilerek, Türkiye'nin en başarılı savunma oyucunlularından birisi olan Bülent Korkmaz'ın sakin ve dingin kafayla, rahat bir psikoloji içinde böyle bir karar vermesi bence mümkün değildir. Meira Galatasaray'a ne kattı, o ayrı bir tartışma. Ama savunmacıdır, savunmayı organizasyonlarını bilen, düzeni anlayan, refleksleri, futbol becerileri savunma üzerine yerleşmiştir, tecrübelidir. Eleştirilebilir, satıladabilir, hele iyi para veriyorlarsa hemen satılır, ama elinde savunmacı kalmayan bir teknik direktör için Fernando Meira nimettir. Bu koşullar altında Galatasaray Kulubü 6.5 milyon Euro'ya sattı. Satmasaydı, sezon sonu satamaz mıydı? Bence satardı, ama belki 4,5 verirlerdi, belki de 3,5 verirlerdi. Artık 3 milyon Euro'ya satıyım falan dersen, bizim Anadolu takımları bile alır, sonuçta Portekiz milli takımında oynayan kariyerli bir savunmacı. Aradaki fark 2-3 milyon Euro, belki de UEFA Finali'nin satış bedeli oldu Galatasaray için.

Sonraki bir fahiş hata da ilk Hamburg maçında Emre'nin kırmızı kart görmesinden sonraki 37 dakika başarıyla savunmacılık yapan Kewell'a savunmacı olarak güvenmek ve rövanşa Kewell'ı stoper oynatarak çıkmak. Böyle zor durumlarda, maç içinde olur bu tür mevkii değişiklikleri. Ama kafadan Kewell'ı stoper oynatmak? Eh hadi savunmacın kalmadıysa, o da olur. Ama elinde var, genç milli takımın başarılı stoperi Semih var. Tecrübesiz ve genç ama 2 yıldır Galatasaray A takımında kadroda, zaman zaman yedek soyunuyor. Ayrıca milli takımda uluslararası tecrübesi de var. Sakat da değil. Kewell'da stoper yapmayı zorlayana kadar neden Semih'i hiç düşünmedik? Hiç değilse aradaki Trabzon maçında, hiç değilse bir devre oynatılsa, performansını değerlendirse teknik direktörümüz? Hayır. Semih Trabzon maçında da oyuna girmedi, Hamburg maçında da oyuna girmedi. Galatasaray, kendisini UEFA finaline taşımakta olan yukarıda saydığım lehte faktörlere, kendi sahasında attığı 2 gölü de ekledi ama sonrasında Hamburg'a İstanbul'da yenilip elendi. Savunmasını dağıldığı, tamamen yalnış pozisyon aldığı art arda kontraları durduramadığı için. Savunması hiçbirisi gerçek savunmacı olmayan futbolculardan kurulduğu için. Üstelik savunmacı bir hoca bunu yaptığı için. Kewell ya da başka bir oyuncu, maçın içinde oluşan özel durumlar neticesinde, stoperde oynayabilir, başarılı da olabilir, ama savunmacılarında oluşan bir savunma kurgusunun içinde. Her birisi kendi mevkisinde oynamayan oyunculardan savunma kurarsanız, o savunma çok kolay kontra yiyebilir, pozisyon hatası yapabilir. Meira'yı satıp, Semih'i hiç düşünmeyen zihniyet, çeyrek finale çıktı gibi görünen Galatasaray'ı 25 dakikada elemiştir.

Özetle Galatasaray yönetimi, sezon başında doğru transferler yapmış, iyi bir kadro kurmuştur, başarıları bunlardır. Ama sonra o kadroyu yanlış bir hoca seçimiyle heba etmiş, sezon içinde gösterdiği tutarsız tavırlar ve kriz yönetme beceriksizliğiyle hatalara devam etmiş, olmadık bir noktada bir oyuncusunu satarak, yanlışlara yanlış eklemiş, hocasını gönderek başka bir hata daha yapmış, ve belki de ligde değilse bile UEFA kupasından bu nedenle elenmiştir. Ligin en iyi kadrosu ligin son haftasında 5.'lik mücadelesi veriyorsa, o yönetime söylenecek en hafif sıfat 'başarısız'dır.

Fenerbahçe, Sivas ve hatta Trabzon, ve hatta Federasyon için de söyleyeceklerim var ama, halim kalmadı. Herkes o kadar kötü ki, eleştir eleştir bitmiyor. Kısa yoldan, 10 yıldır Fenerbahçe Başkanlığı yapan Azız Yıldırım'dan Fenerbahçeliler ne bekliyor anlamış değilim. Ya da şöyle söyleyelim, geçen yılki çıkışın ardından, takımı bu hale getiren, bu adamı Fenerbahçe'ye hoca diye getiren, parayla transferle işleri halledeceğini zanneden ve kariyerini müteahhit olarak yapmış olan bu başkandan bu yıl, bu sefer ne bekliyorsunuz Fenerbahçeliler?

Dost aci söyler. Bu yıl, Mustafa Denizli, Yıldırım Demirören ve Beşiktaş, futbolun değil ama satrancın galipleridirler. Beşiktaş'ın bu sezon şampiyonluğu hak etmediği söylenemez. Ama bunun nedeni, Beşiktaş'ın üstünlüğü değil, her kim şampiyon olursa olsun, Beşiktaş'tan daha fazla hak etmiş olmadığı gerçeğidir.