28 Ağustos 2007 Salı

27 Ağustos 2007 Pazartesi

KOÇTAŞ

Tüm olay, ev sahibimin KOÇTAŞ denen lanet firmadan bir mutfak almasıyla başladı ve yaklaşık 1 ay boyunca benim hayatımı kararttı.

6. Temmuz’da taşındığım evimde doğal olarak bir temizlik yaptırdım ve daha birinci gunden mutfak tezgahım fitili atmak ve fitil yivinden su almak suretiyle tezgah şişti. Alt dolaplardan birinin kapısını açtığım anda da laminatı kalktı. Ben de ev sahibime haber verdim. Sevgili ev sahibim, 31. Temmuz tarihinde Koçtaş’a giderek tezgahımın değiştirilmesi için başvuruda bulundu.
31.Temmuz.2007
Zırrrrr!!! Zırrr!!!
Gokce: Alo
Ev sahibim: Gokce’cim musait misin? Ben KOÇTAŞ’dayım. Tezgahına bakmaya gelecekler, randevu için seninle goruşmeleri gerekiyor. Goruşebilir misin?
G: Tabii Esma Teyze, goruşeyim…
XX: Alo iyi gunler ben Ahmet XX, Montaj bolumu sorumlusuyum. Ne zaman gelelim hanfendi? Hafta içi bana bir gun ve saat verir misiniz?
G: Yarın saat 16:00’dan sonra evde olurum. Ama mutlaka 16.00’dan sonra gelmeliler. Sakın bu konuda bir problem yaşamayalım, lutfen.
XX: Tabi Gokce Hanım, biz bu konularda çoooook titiziz(YALAN1) Cep numaranız?
G: 0533…
-------------------------
Bu konusmanın uzerine ben de müdürümden izin aldım…..
------------------------
1.Agustos 2007 gunu saat 13:30’da toplantıdayım ve telefonun çalmaya başladı:
G: Alo
Y: Hanfendi iyi günler, biz Goçtaş’tan geliyoruz ama evde yoksunuz!!!(Sinirli bir ses)
G. Beyefendi sizin randevunuz saat 16:00’dan sonra. Neden erken geldiniz?
Y: OOOO hanfendi, burası Istanbul, ancak bu saatte bakabiliriz.
G:Olmaz öyle şey, lutfen saat 16’dan sonra gelin.
Ben tabi yurdum insanın huyuna suyuna hepiniz gibi alışkın olduğumdan dolayı, Koçtaşı’ı arayarak işimi sağlama aldım. Aslında sağlama aldım sanıyordum.
Neyse efendim, işten erken çıkmalar, evde beklemeler… Koçtaş ile telefon goruşmeleri…..
G: Alo montaj bolumunden Ahmet XX lutfen?
Santral: Ahmet XX yoklar efendm, ben size muftak bolumu sorumlusu Sedef Hanım’a bağliiiim.
Sedef: Alo
G: Sedef Hanım iyi gunler, mutfak tezgahımdaki problem için aramıştım..(Hikayeyi anlatmalar…)
Sedef: AAA, Cok özür dileriz Gokce Hanım, ben telefonunuzu aliim, size 10 dak sonra döniim.
G: Teşekkürler
Bu yukarıdaki diyalogu saat 20:00’a kadar 5-6 kez yaşadım ve tabi her seferinde konuşmalar daha bir sertleşti.
Koçtaş Montaj ekibi saat 21:30’da gelebildi ve mutfağa bakıp ‘AAA evet, değişmesi gerekiyor’ dediler. Meğer bu gelen ekip sadece kontrolormüş ve sadece bir form doldurarak durumu raporluyorlarmış. İşin acısı benim çilem daha yeni başlıyormuş.
Montaj ekibi ile randevulaşma konuşması:
Salih -Gokce Hanım, tezgah değişimi icin hangi gun musaitsiniz?
G-Cumartesi çalışıyor musunuz?
Salih: Pazar hariç hergun efendim(YALAN2. Bu, gozumun icine baka baka)
G: 18. Agustos gunu olsun, kaçta geleceksiniz?
Salih: Saat veremiyoruz hanfendi, gun icinde programlarına gore(!!!) size de ugrayacaklar.
G: Beyefendi, bana ozurlu tezgahınız değiştirmeniz için butun bir gun evde oturmamı mı soyluyorsunuz?
Salih: Maalesef Gokce Hanım.
G: Bari sabah veya akşam dilimi diye bir bilgi verin.
Salih: O zaman biz size 17. Agustos gunu arayıp yaklaşık birşeyler soyleyelim. Bugun size cok madur ettik cünkü. Cep telefonu kaçtı???
G: 533……. Aaa bi saniye Salih Bey, ben de sizin cebinizi alayım, ne olur ne olmaz.
Salih: 53………..
Ve gittileeer…
17. Agustos gunu beni arayan soran tabiki olmadı, ben akşam üzeri bir saatte Salih Bey’I aradım, bana gayet nazik bir sesle, ertesi sabah Koçtaş’dan beni arayarak saat bildireceklerini soyledi. İşlerinin yogunluğundan beni arayamadığını anlattı. Haa bi de herhangi bir sorun olursa beni aramak icin cep numaramı istedi. 533………
18. Agustos sabahı saat 13:00 ‘de uyandım ve Koçtaş’ın beni aramadığını gorunce delirdim. Hemen telefona sarılmalar:
Ömür: İyi günler, ben Ömür. Nasıl yardımcı olabilirim?
Gökçe: İyi gunler, mutfak tezgahım değişecekti, dun veya bugun sabah beni aramanız gerekiyordu.
Ö: Tezgahınızla ilgili konu nedir Gokce Hanım?
Gökçe: Tezgahım ………….(hikayeyi anlatmalar). Omur Hanım, bakın ben bu hkayeyi yaklaşık 20 kere anlattım, konu ile ilgili form sizin elemanlarınızca dolduruldu. Lütfen bu son olsun.
Ö: Tabi Gökçe Hanım, ben kessin çözeceğim. Ben size 2 dakika sonra arayacağım. Telefon neydi?
G: 0533……………..
Hakikatli kızmış, gerçekten de 2 dakika sonra aradı. Bana ‘taşeron firmanın Cumartesi çalışmadığını, montajın bugün yapılamacağını söyledi.’
Tahmin edersiniz ki benim çivim çıktı.
‘Ömür Hanım, bu ne demek? Ben sizi aramasam, bana bugün montaj olmayacağını bile haber vermeyeceksiniz? Bu artık ne tür bir terbiyesizlik? Siz kendinizi ne zannediyorsunuz da beni bütün gün evde oturtmaya kalkıyorsunuz? Ben daha kaç gun izin alacağım? Montaj ekibiniz hangi günlerde montajın yapılacağını bilemeyecek kadar zavallı durumda. Bu nasıl bir sistemsizlik, ne münasebet beni madur edersiniz!!!’ şeklinde devam eden bir konuşmayı yaptım. Bu konuşma, bundan sonrakilerle kıyaslanırsa en yumuşak konuşma idi.
Ömür Hanım beni aradı, Pazartesi sabah erkenden beni arayacaklarını soyledi…….Pazartesi sabah kalkar kalkmaz, Koçtaş’dan Ömür Hanım’I aradım.
G: Ömür Hanım gunaydın.
Ö: Günaydın. Gökçe Hanım 10 dakika sonra size taşeron firmamızdan arayacaklar.
G: Peki……
--------
30 dak sonra:
YY: Hayırlı gunler. Bozkurt Mobilya’dan Gülten(Ama kendi adını da insane yanlış telafuz etmez ya!!! Kadın, Gulteen'in 'e’sini ince ve uzun soyluyor)
G: İyi günler Gülten Hanım
Gülten: Hayırlı günler (Beni düzeltti aklınca)
G. Benim mutfak tezgahım……. (hikayeyi anlatmalar)
Gülten: Anlıyorum Gökçe Hanım, ben Koçtaş’tan arıza formunu isteyeyim. Bir de adres alayım.
G: Neee? Daha arıza formum size ulaşmadı mı!!!!
Gülten: Hayır Gökçe Hanım, biz sizin olayınızı Cumartesi gunu öğrendik. Cumartesi gunu Koçtaş’tan Ömür Hanım, bizim patronu cebinden aramış ama biz Cumartesi çalışmıyoruzki.
Bu cevap uzerine kan beynime sicradi. Hemen Koçtaş’I aradım ama Ömür Hanım’ın vardiyası bitmiş. Onun yerine Sedat Bey telefona çıktı.
G: Sedat bey beni bir mutfak tezgahını yanlış monte ederek mahvettiniz. Sayenizde hayatım kalitesizleşti. Bu kadar kötü bir organizasyonu kurmak büyük bir beceri.
S: Pardon ne oldu Gökçe Hanım, ben size yardımcı oliim.
G: Sizin bana yardımcı olamayacağınız aşikar ama ben yine de hikayeyi size anlatayım. Mutfak tezgahım……..(hikayeyi anlatmalar)
Sonuç olarak bugün 3. Gun ve ben 1 aydır 3. kez evde bekliyorum. Bugün bu işi çözmeniz lazım anlıyor musunuz?
S: Anlıyorum…
G: Bakın Sedat Bey, bu adamlarla konusun, beni taşeronunuzla muhatap etmeyin. Mutlaka gelecek o tezgah bugün.
S. Tabi Gökçe Hanım..
G: Bakın vaktim olsa, Koçtaş’la uğraşıp şu yaşadığım sinir harbini mahkemelerde burunlarından fitil fitil getireceğim ama vaktim yok. Bu derece kızgınım. Eğer siz çözemeyecekseniz, beni delirtmeden başkası ile görüşmemi sağlayın. Ben hayatımda hiçbir kurumsal şirketle böyle bir ticari ilişki yürütmedim. Ama artık sabrım taştı.
S: Ben sizi 2 dakika sonra arayacağım. Telefon neydi?
G: (Artıııııık ciledeeeen cıkmaaaa vaktiiiiii) Aarkadaşım ne telefonu istiyorsun!!!! Benim telefon numaram şu anda tüm Koçtaş personelinde var. Her arayan numaramı isteyip hiçbir işimi çözmeyerek nazikçe başından savıyor.
S: Hah buradaymış telefon numaranız, hemen arıyorum efendim.
G: Bakın montaj formu daha once gitmemiş. Tedbirinizi alın ve taşeronunuzun geçikmesini önleyin. Benim başka vaktim yok.
S: Anladım efendim. Hemen efendim.
----------------
Zııııııırrrr!!!
G: Alo
Gülten: Hayırlı günler(Yine o mevlut okuma sesiyle)
G: İyi günler
Gülten: Hayırlı günler Gökçe Hanım(Düzeltme). Bizi Koçtaş’tan aradılar ama bizim bugün karşıya sevkiyatımız yok.
G: E napiim Gülten Hanım, o zaman bugüne bir sevkiyat koyacaksınız. Beni ne ilgilendirir sizin sevkiyat planınız!! Ben özürlü malınızı bugün düzeltmenizi bekliyorum.
Gulten: Ben adresi aliim de!?!?!
G: Gülten Hanım, o tezgah bugün gelecek anladınız mı? Benimle muhatap olmayın lütfen, Koçtaş’I arayın onlarla muhata olun.
Gülten: Tamam Gökçe Hanım. Allah’ın hayrı üzerinize olsun. Hayırlı günler..
Benim saçlar diken diken!!!!
Neyse, 5-6 telefon görüşmesi sonucunda elde var sıfır!!! Pazartesi günü de tezgah gelmedi.
Salı sabahı, bomba bir telefon görüşmesi(Koçtaş’I aradım):
Sedat: Alo
G: Sedat Bey iyi günler
S: AA iyi günler Gökçe Hanım
G: Sedat Bey bugün müsaitseniz izin alabilir misiniz?
S: Hayırdır Gökçe Hanım?
G: Ya benim tezgah dün de gelmedi, o yüzden bugün birinin evde beklemesi lazım. Ben artık izin alamam. O nedenle siz yerime izin alıp, benim evde akşama kadar tezgahı bekleyeceksiniz.
S:……………….
G: Sedat Bey, KOÇTAŞ demek sanırım Kalitesiz Organizasyon Çalışmaz gibi birşey. Tüm kalitesizliğinizi hayatıma yansıttınız, çok teşekkür ederim. Lütfen tezgahı bugün getirin ve benim hayatımdan çıkın gidim. Ben sizden kurtulayım, siz de benden. Siz yapamayacaksanız ben artık genel müdürünüzü arayıp , onun izin alıp, benim evde beklemesini isteyeceğim. Koskoca organizasyonu yönetme derdi olmadığına gore, bir sürü boş vakti vardır diye düşünüyorum!!!
S: Bana 2 dakika verin…
G: AAA cep numaramı istemeyecek misiniz?
S: Yok Gökçe Hanım, sizi burada gerçekten herkes tanıdı. Çok sansızlık oldu sizin işiniz. Çok özür dilerim. Ben akşam kendi elemanlarımı göndereceğim.
---------
Zırrr Zırrrr(Saat 11:00)
Gülten: Hayırlı günler
G: İyi günler Gülten Hanım
Gülten: Hayırlı günler!!!!(Yine bi düzeltme)
G: (Ve benim başka bir çıldırma anım) Gülten Hanım, BEN SIZE IYI GUNLER DIYORSAM SIZ DE BANA IYI GUNLER DILEYECEKSINIZ!!! BEN SIZIN MUSTERINIZIM veBEN NASIL ISTERSEM BU KONUŞMALAR ÖYLE OLACAK: BANA SIYASI DURUSUNUZU BELIRTECEK DUZELTMELER YAPMAYIN SAKIN BIR DAHA!!! Ayrıca ne hayırı!!! Sizinki sadece laf. Bu kadar hatadan sonra nasıl hala beni arayabiliyorsunuz!!
Gülten: Şey!!!!(Ses artık iyice küçülmüş, zayıflamış) Bizim lastiğimiz patladı.
G: EEEEEE!!! Arabamı mı isteyeceksiniz?
Gülten: Yok da, sevkiyatı bugün yetiştiremeyebiliriz.
G: Ne MUNASEBEEEEEET!!! Bana ne!!! Derdiniz Koçtaş’a anlatın, sakın beni aramayın!!!
Gülten: İyi günler Gökçe Hanım(Haaaaah şöyleee)
-------------------
Zııırrr Zııırrrr!!
Gülten: İyi günler Gökçe Hanım
G: İyi günler(Bak öğrendi ‘iyi günler’ demeyi)
Gülten:………………(Düzeltemiyooor beni)
G: Buyrun?
Gülten:Tamam biz saat 18:00’da tezgahı hazır edeceğiz.
G: Teşekkürler
--------------
Saat 18:00, Inanamıyorum!!! Tezgah gelmiş . ‘Oleeeey’ der-ken usta lavabonun altındaki plastik parçayı kırdı. Bozkurt mobilyayı arıyorum ki yarın sabah bu kırılan malzemeyi tamir etmek için ustanın gelmesini isteyeceğim. Gülten’le günlük kavgamızı ettikten sonra şirket sahibi beni aradı. Kendisi ‘Yıldırım Bozkurt’ : ‘Hanfendi Alllaaah olsanız ben o işi yarın yapamam!!!!’
Haydaaa….Nasıl yani...
Tekrar Koçtaş’I aramalar. Bu sefer Hakan Bey, hiç daha once konuşmamışız ama adam beni biliyor:
G: İyi günler ben Gökçe Kandemir
H: Hah , tezgahınız oldu mu Gökçe Hanım?
G: Hayır olmadı. Lavabomun alt parcası kırıldı!!! Buraya gönderdiğiniz firma da yarın yapamam diyor. Napcam ben? Beni bu adamlarla neden muhatap ediyorsunuz?Ben hayatta gidip Bozkurt Mobilya’dan birşey almam. Ama niyeyse hayatımı karartıyorlar. Bu montajı siz yaptınız, tadilatı neden siz yapmıyorsunuz?!?!?!?!(Avaz avaz)
H. Tamam Gökçe Hanım, ben Genel Müdür yardımcımızla görüşeceğim.
----------------
Zııırrr Zııııırrrr
OSMAN: Gökçe Hanım ben vardiya amiri Osman XXX
G: İyi akşamlar, bi sizinle tanışmamıştım. Beni KOÇTAŞ ailesinin bir ferdi yaptığınız için çok teşekkür ederim!!!
OSMAN: Durumu şimdi öğrendim, hemen bir araba ile bizzat ben kendim geliyorum. Mutfagınız bu akşam tamam olacak.
Ve geldiler ve yaptılar ve sonunda hayatımdan çıkıp gittiler. Aynı Aziz Nesin kitaplarındaki bir hikaye gibi. Ama malesef ben bizzat yasadım bu olayı. :(

25 Ağustos 2007 Cumartesi

self portrait







eski mısır'da başlayan kendini portreleştirme sanatı, yüzyıllar boyu çeşitli aşamalardan geçmiş, rönesans'ta leonardo da vinci, raphael, michelangelo, rembrandt gibi sanatçıların vermiş oldukları nefesle zirve yapmış, daha sonra van gogh, gauguin, frida, picasso, warhol bu akımı devam ettirmiştir. pushkin, lermontov gibi büyük rus şairleri bile bu akıma kendilerini kaptırmışlar ve kendi portrelerini çizmişlerdir.






zamanla unutulan bu akım, 2000'ler türkiye'sinde fotografçı pınar g. tarafından adeta yeni baştan keşfedilmiş, sanata aç kitlelere sunulmuştur. başlangıçta burun kıvrılan, dalga geçilen, sanatçının "karşı koyamadığı egosunun dışavurumu" eleştirilerinden öteye geçmeyen, "hastalıklı kişiliğinin narsizm uzantıları" suçlamalarıyla yerden yere vurulan bu yeni akım, zamanla, pınar g.'nin çevresindeki insanlar tarafında kopyalanmaya çalışıldıkça değerlenmiştir.




son yazılarından birinde, kendi akımını takip eden bir hayranına söylediği o ünlü sözle yazımızı bitirerek, onun self portrait çalışmalarının aslında ne derin manalar içerdiğini, kendini beğenmişlikle ilgisi olmadığını, "başkasının gözüyle kendi dünyası"nı anlatmak için bulduğu bir yol olduğunu ispatlayalım:



"yılmayınız, çalışınız. olucak olucak, bi potansiyel var. ama kendini guzel cekmenin otesinde biseydir self portreytcilik anlayisi... calismalarimda bunu vermeye calistim hep..."

bizler de, küçük makinaların kraliçesine, bundan sonraki çalışmalarında başarılar diliyoruz.


not: naçizane, elimde bulunan pınar g. self portrait çalışmalarından örnekler sunmaya çalıştım. benim arşivimde olmayan başka self-portrait çalışmalarıyla ilgili, blog yazarlarından yardım bekliyorum.

yemen rüyası

ben ve sevgilim ve kutay ve sevgilisi prag'dayız. acaip bi eğlenmeler ve takılmalar içindeyiz. orada yaşayan, birinin adı ibrahim olan, diğer ikisinin adını hatırlamadığım üç tane arkadaşımızın yanına gitmişiz. arkadaşlarımızın hepsi prag'ın gotune parmak atmış kimseler, bizleri ordan oraya gezdirmekte, her gezdirdikleri yerde mola verdirtmekte, oole ruya aleminde yaşıyoruz. bu arada sevgilim de 9 aylık hamile ama butun dertler bitmiş (9uncu aydan sonra doğum esnasına kadar dert mert kalmazmış, herşey serbestmiş) o da bizlerle hiç utanmadan takılmakta.

ibrahim'in bi işten bi firmadan 1 milyon dolar alacağı kalmış alamıyo, bize alıp alamiicamızı soruyo. tabi diyoruz ya prag duysun turk'un gucunu, hemen gider alırız. bi sekilde kutay'la bana silahlar tedarik ediliyo. burcu'ynan pınar da hiç karşı diil, isterseniz gidin alın diyolar biz burda partiliyoruz gelemeyiz. o esnada nehirin altındaki adacıklardan birinde partiliyoruz. pınar benim çalma vaktim geldi diyo, mp3 player'ını ordan bi jak ayarlıyıp takıyo. pınar'ın sony gene tekliyo ve tek kanaldan veriyo müziği, bizim mp3 player'ı istiyo, burcu da dur ben otelden alıyım da geliyim diyo. biz bu arada kutay'la silahları kuşanıyoruz. adını hatırlamadıım birinci adam karşı bi tek bu duruma. yapmayın cocuklar diyo bu adamlar mafya diyo, orta avrupanın en belalı tipleri diyo. rus mafyasını bile burdan silip attılar diyo. biz sallamıyoruz, cocukla dalga geçiyoruz. tırsak diyoruz, sen de turk musun diyoruz. buralarda kala kala ibneleşmişin diyoruz. (biz diyoruz bunları!) herif çok bozuluyo ve yanımızdan ayrılıyo.

tarafımızca ibne olmakla suçlanan bu cocuk zaten bunalımlarda ve bir cok intihar girişiminden sonuç alamamış tırsaklığından. hep ağzına silah dayayıp cekememiş tetiği. hayvan turkler olarak bu durumla da dalga geçiyoruz herif yanımızdan ayrılırken.

neyse efendim biz kutay'la alıyoruz adresi (bizim satıcı arkadaşlar gelmiyo bizimle) yollanıyoruz parayı vermeyen adamın ofisine doğru. prag'ı ben avcumun için gibi biliyorum, surdan donecez, burdan metroya bincez felan diyorum kutay'a. gecenin yarısı, prag'ın dış semtlerinin sokaklarındayız. o sırada karşımıza, ismini hatırlamadığım ikinci arkadaşımız çıkıyo. abi diyo hazır siz kuşanmışken surdaki marketi mi soysak acaba diyo. tabi yaa diyoruz salak mıyız, madem kuşanmışız, once orayı soyalım. kutay kapıyı bi omuz darbesiyle kırıyo içeri giriyoruz. zifiri karanlık, goz gozu gormuyo. içerisi dehlizli, duvarlara tutunarak yolumuzu buluyoruz. lan diyoruz bu kadar silah aldık yanımıza, bi fener almadık. fener gerekli olduğu hiç bi zaman yanımızda bulunmamıştır, bulunsa da çalışmamıştır diyorum ben, işimize yaramayan bir tespit olarak. kutay hak veriyo, obur herif anlamıyo. sen bilmezsin fenerlerden ne çektik diyoruz. neyse efendim bizim arkadaş dehlizlerin bir yerlerinde bi anahtar buluyo ve salak gibi ışığı açıyo. açma ışığı felan diye fısıldayarak herife kızarken (cok zor fısıldayarak kızmak), içerden sesler geliyo. marketin sahibi yaşlı teyze ışığa uyanmış bize dooru ayak sesleri yakınlaşıyo. almanca bişeyler fısıldanıyo bu esnada. herife fısıldayarak kızacam diye boğazım şişiyo. kutay şokta ne yapacağımızı düşünüyoruz. vurun kadını diyo bizim sivrizekalı arkadaş. saçmalama o kadar da diil diyoruz. hepimiz bi koseye pısıyoruz. ayak sesleri yakınlaşıyo ve yanımıza geliyo. kimse konuşmuyo, kadın elindeki telsiz telefondan polisi arıyo, sinirli ve almanca sesler çıkarıyo. tam boku yedik derken adını hatırlamadığım birinci arkadaş içeri giriyo. kadınla almanca bişeyler konuşuyo ve bizlere sesleniyo. tamam arkadaşlar bu seferki rastgele gece denetlemesi bitmiştir. gorev başarıyla tamamlanmıştır felan diyo. kadını meğer bizim özerk marketçiler federasyonunun ajanları olduğumuza, habersiz ve gizli olması gereken boylesi gece denetlemeleri yapmakla yukumlu olduğumuza ikna etmiş. kadına denetlemeden geçtiğini, marketinin prag'daki en iyi market olduğunu, plaketin yakında adresine gonderileceğini soyluyorum ben. kutay da tebrik ediyo, kadın cok mutlu, bize hediye olarak marketten muz veriyo ve bize dehlizin obur tarafından çıkışı gosteriyo. elimizi kolumuzu sallaya sallaya dışarı çıkıyoruz.

bir de ne gorelim, dehlizin obur tarafı, bizim adaya çıkıyo, parti bayaa yol almış, pınar bizim mp3 playerdan çalıyo. binlerce kişi çılgınlar gibi dans ediyo. insanların arasında yururken, "turk'un avrupadaki müzik zaferi!" felan gibi yorumlar duyuyoruz. ibrahim ibnesi de bizi tahsilata gondermiş partilemeye devam ediyo.

bi anda adını hatırlamadığım birinci arkadaş, benim elimden silahımı kapıyor ve avazı çıktığı kadar bağırmaya başlıyor. işte parasını almaya çalıştığınız adam böyle şerefsiz diyor, ona verdiğiniz değerin onda birini bana verseydiniz bu durumlara düşmezdim diyor. vurcam sizi diyor, silahı kutaya doğrultuyor. o anda aklımız başımıza geliyor ama nafile, ok yaydan çıkmış, adam delirmiş, reel people butterflies çalıyo, adam tam bir çöküntü içinde ağlıyor, bağırıyor, bizi suçluyor. müzik susuyor, binlerce insan bizi izliyor. kalabalıktan "işte turkler, yanılmışız, boyledir bunlar, barbarlar" felan sesleri yukselmeye başlıyor. a.h.b. arkadaş tetiği çekiyor, kurşun yavaş cekimde kutay'a doğru giderken ben onune atlıyorum ve bacağımdan yaralanıyorum. cok acıyo, buymuş kurşun yarası felan diye dusunuyorum, ne dusuneceğimi bilemez bi vaziyette.

herkes donmuş bizi izliyo, burcu bağırış çığırış bana doğru koşmaya başlıyo, "gene uzuyo kendini (artık burda bile uzmemesi lazım ya), ama neyse ki dokuzuncu zafer ayını geçtik" diye dusunuyorum, bi anda a.h.b . arkadaş cebinden bir fener çıkarıyo, "bende fener de vardı oysa ki!" diye bağırarak, feneri suratına tutuyo ve silahı ağzına dayıyo. ağlamaktan ve bağırmaktan bitap diz çöküyo, bir kaç saniye geçiyo, "gene mi tetiği çekemiii...." derken silah patlıyo ve herif beynini dağıtıyo.

butun avrupa şokta!!

uyanıyorum, terler boşanmış, bi daha da uyuyamıyorum.

-- cbc

Maradona

Serdar kardeşimi bu güzel görüntülerle karşılıyoruz...:)

23 Ağustos 2007 Perşembe

Yok Deve! Hayır Develi - Pınar'dan

İnternette mailden maile dolaşan Haber Ekspres yazarı Ahmet Çınar'ın seçim
sonuçlarını değerlendirdiği köşe yazısından bir alıntı...

"Sözü, siyasal bir deneyime getireceğim.

Develi, Manisa'nın Saruhanlı ilçesine bağlı bir köy.

Bundan iki yıl önce Develi köylüleri parti parti, dernek dernek, sendika
sendika gezdiler.

"Köyümüze çöplük yapacaklar, bizi kurtarın" diye yardım istediler.

Kapılar yüzlerine kapandı.

TKP'ye geldiler.

TKP yöneticileri, hukukçularla, tarım uzmanlarıyla, çevrecilerle birlikte
harekete geçti, "Develi çöplük olmasın" kampanyası başlattı.

TKP'liler Develi halkına hukuksal, siyasal, örgütsel, eylemsel destek verdi.

Çevre dostu, değerli avukat arkadaşım Şehrazat Mercan, titiz bir hukuk
mücadelesi yürüttü.

Sonunda idare mahkemesi yürütmeyi durdurma kararı verdi, çöplük projesi
durduruldu.

Bu arada Develi halkı ile TKP kaynaştı, akraba gibi oldu. Develililer de TKP
kimliğini benimsedi, sevdi, sahiplendi.

Öyle ki, köyde düzenlenen şenliklerin, keşkek günlerinin onur konukları
TKP'lilerdi.

Seçim günü geldi çattı.

Sandıklar açıldı.

Sonuçları veriyorum.

Çöplük projesinin sahibi AKP, 194 oy alarak birinci parti oldu.

DP 164 oy, MHP 72 oy, CHP 55 oy, GP 7 oy, SP 2 oy, LDP 2 oy, HYP 1 oy aldı.

Develi halkıyla gece gündüz çalışan, çöplük projesinin durdurulmasına önayak
olan TKP ise rakamla "0", yazıyla "sıfır" oy aldı."

Seçim sonuçlarını duyunca, "Yok deve!" dedim.

Arkadaşlar da bana "Hayır, Develi" dediler.

22 Ağustos 2007 Çarşamba

Bekir Coşkun'un Başbakana cevabı

Gidecek yerim yok...


SABAH sabah bizim Uğur Ergan aradı, Birleşmiş Milletler Mülteci Yüksek Komiserliği ile konuşmuş.

Uğur "Abi Başbakan’ın ’çek git’ ikazı üzerine BM Mülteci Yüksek Komiserliği ile görüştüm. Türkiye’den kovulma haberini gösterirsen seni mülteci kabul edecekler. Ama bir de işkence-mişkence gibi, darp izi var mı diye soruyorlar..." dedi.

Uğur’a "var" dedim.

*

Aslında gidecek yerim yok.

Ben başka hiçbir ülkeyi sevmedim.

Bu yurdun taşını, toprağını, sulaklarını, denizlerini, ırmaklarını, yaylalarını, kedilerini, kirpilerini sevdim, tanıksınız.

Bir dal kesildiğinde yanarım..

Ama orman alanını kaçak ev yapan, bana "Bu ülkeden çek git" diyor.

Bir yeşil alan yok edildiğinde çığlık attım, canım yandı, ormandaki bir vaşak öldürüldüğünde oturup ağladım.

Ama ormanları "2-B arazisi" diye satmak isteyen Başbakan bana ve benim gibi düşünenlere "Çekin gidin" diyebiliyor.

*

Ben bu ülkeyi severim.

Amerika’da okuyan kızlarım yok.

Oğluma Washington’da iş vermediler.

Kimse benim için yabancılara gidip "Delikten aşağı süpüreceğinize kullanın" da demedi, dedirtmedim.

*

Ben bu ülkeyi severim.

Devrek 125’inci alayda askerliğimi yaptım.

Nöbet tuttum.

Mataramı parlattım, potinlerimi kaybettim.

Askerlikten kaytarmak için rapor-mapor almadım.

*

Ama Başbakan "Çek git" diyor.

Gidemem.

Doğrusunu isterseniz bu toplumun göz göre göre dinimizi siyasete alet edenlerin peşine takılması, boşa giden yazılarım, o yalnız kalma duygusu... Bunların tümü canımı yaktı ve sevgili Uğur’a "Darp izi yok da, yürek yarası olur mu?" diye sordum.

Olsa da, olmasa da...

Benim gidecek başka bir yerim yok...

11 Ağustos 2007 Cumartesi

spikerlerin sahaya girdigi gunlerden bir ani

tanjunun laflar, pozisyon aninda sahaya dalan spiker, 'sakatligin nerde, gosterir misin?", genc ahmet cakar ... :)



Teminat - Kısa devlet dairesi hikayesi - Bölümler I - II

I

Sabah erkenden kalktım. Uzun süredir gitmem gerektiği halde canım istemediği için ertelediğim Ankara Üniversitesi seferini yapacaktım bugün. Sorgusuz sualsiz bugün artık yapacaktım. Can sıkacak bir şey de yok aslında, gidip teminat mektubunu alıp geleceğim. Belki biraz uzayabilir ama sıkıntılı bir duruma mahal verecek herhangi bir işlem yok ortada. Yüzümü yıkarken, tuvalete girerken, bunları düşünüyordum. Asıl istemediğim galiba oradaki insanlarla muhatap olmaktı. Oradaki insanlara özel bir şey değil de, o insan türüyle muhatap olmak. İş yapmayan suratsız memurlarla, ilk fırsatta seni aşağılamak ve moralini bozmak için oraya yerleştirilmiş görevlilerle, seni oradan oraya anlamadığın 3 kelimeyi ağızlarının içinde geveleyerek koşuşturan kadınlar, seninle sanki konuşmasını engelleyen ya da zorlaştıran bir hastalığı varmış gibi tasarruflu konuşan, diğer taraftan cimbomun transfer haberleri ya da yukarı katta dönen olaylarla ilgili etrafındaki diğerleriyle bağıra bağıra sohbet etmeden işini sürdüremeyen adamlara.

Neyse şimdi durumu böyle abartmanın bir faydası yok. Üstelik kurum üniversite olduğu için memurların durumu da sanırım biraz daha iyi diye düşünerek giyindim ve evde bulduğum son küçük oyalanma işlerini de bitirdikten sonra artık bahanesiz kaldığım için kendimi dışarı attım. Arabaya binerken, ilk uyandığım dakikadan beri zihnimde dolaşan ama hep daha önecelikli konuların yardımıyla geri plana attığım soru artık kafamın içinde parlayan neonlarla yanıp sönüyordu. Direk Üniversite’ye mi gitsem, yoksa önce bir ofise uğrayıp, mailları okuyup, para-pul-banka işleriyle biraz ilgilenip sonra mı çıksam? Hem bu arada Üniversite’ye telefon edip teminat mektubunun hazır olduğundan da emin olabilirdim. Ama bir taraftan da hazır Universite’ye gitme konusunda yüksek konstrasyon sağlamışken, ofise gitmek bunun dağılmasına neden olabilir, ve ortaya çıkacak olan gerekli gereksiz çeşitli işleri bahane edip yine gitmeyebilirdim.

Bunları düşünürken yavaş yavaş ofise doğru gelmiştim. Bahane yaratmama engel olmak amacıyla ofise girer girmez ilk iş olarak Üniversite’ye telefon etmeye karar verdim. Yapmadım, önce bilgisayarı açtım, kendime kahve koydum, jaluzilerle uğraştım ama bu ıvır zıvır işleri bitirdikten sonra telefon ettim.

- İyi günler Banu Hanım’la görüşecektim

- Benim?

- Banu Hanım merhaba, Stüdyo Z Tasarım’dan arıyorum. Bu Hamaxia İhalesi’ne katılmıştık hatırlarsanız, bizim teklifimiz ikinci teklifti, artık kazanan firmayla sözleşmeyi imzalamışşınızdır sanırım, ben teminat mektubumuzu geri almak istiyordum. (Aslında umrumda değil teminat mektubu ama maalesef banka çok istekli onu geri almak konusunda)

- ......

- ......

Karşı taraftan herhangi bir ses gelmeyince ben de ne yapacağımı şaşırdım. İnsanın kendini hazılamadığı, hangi silahları kuşanması gerektiğini bilemediği bir durum bu. Konuşmada verilebilecek cevapların büyük çoğunluğuna hazırlıklıyım. Çünkü bu maçları kafamda defalarca yapıyorum, sokaklarda yürürken ya da araba kullanırken. Ama karşı taraf bu kadar lafın üzerine hiçbir şey söylemeyince, bu atağa karşı planlanmış gelişltirilmiş bir silahım yok benim. Ben de sustum bir süre.

- Banu Hanım?

- Dinliyorum?

Nasıl dinliyorum ya? İşte yine hazırlıksızım, aval aval bakıyorum.

- E söyledim ya, Stüdyo Z Tasarım’tan arıyorum, Hamaxia İhalesi, teminat mektubu...

- Tamam bakıyorum şimdi dosyanıza.

Yaklaşık bir 5 dakika baktı Banu Hanım dosyamıza. Sonra söyle bir soru geldi?

- Stüdyo Z Tasarım demiştiniz di mi?

- Evet? Stüdyo Z Tasarım, ortada Z var.

- Hangi tarihteydi ihale?

- Bilemiyorum tam tarihini, Nisan başıydı.

- .....

Yine sessizlik. Banu Hanım’ın sessizlikleri sanırım ‘tamam dosyanıza bakıyorum’ anlamına geliyor. Geçen sefer bizim binlerce dökümandan oluşan dosyamızın içinde başka daha sınırlı bir dosyayı ayıkladı sanırım, şimdi de o küçük dosya içindeki yüzlerce ihale girişinden Nisan başında olan Hamaxia Antik Kenti ihalesi dökümanlarını arıyor.

- Kardeşim naapıyorsunuz? Telekom’la mı ortaksınız? İş yavaşlatma eylemi mi uyguluyorsunuz? Bir yandan gazetede önemli bir şey gördünüz, onu mu okuyorsunuz? Nedir bu yaa, hangi dosyaya bakıyorsunuz? Sizin o arkanızdaki dolaptaki bütün dosyaları toplasınız bu kadar sürmez? Ayrıca tarih sırası ya da isim sırası gibi bir şey yok mu sizin dosyalarda? Zaten dosyalama sisteminin mantığı bu değil midir? A harfine ya da 4. ayın dosyasına başından bakarsanız, oradan.....

- Kutan Bey, henüz sözleşme imzalanmamış firmayla.

- Nasıl yani?

- Henüz sözleşme imzalanmamış firmayla.

- Hmm.. ama ihale şartnamesinde 10 gün içinde sözleşme imzalanır diyordu. Yaklaşık bir buçuk ay oldu?

- Ben onu bilemem, şu anda sözleşme imzalanmamış. İmzalandığı zaman ben zaten yazınızı yazarım teminat mektubuyla ilgili.

- Peki, teşekkür ederim, iyi günler.

- İyi günler.

- Ohhhhh....

İmzalanmamış, niye imzalanmamış, noolmuş bunları hiç düşünmeden kendimi başka işlere verdim. Bugün ve hatta en az önümüzdeki birkaç gün içinde gitmeme gerek kalmadı. Tabii içerilerde bir yerde bir ümit de besliyordum. Demek ki bir sorun çıkmış ihaleyi alan firmayla ilgili. Zaten çıkmasa şaşardım, ilginç insanlardı, antik kent modellemesi işini nasıl yapacaklar merakla bekliyordum. Belki de ihale komisyonu bu soruyu sormuş, cevabını bekliyordu sözleşmeyi imzalamak için. Sormaları da lazımdı. İhalede 3 tur pazarlık sonucunda, ilk verdikleri teklifin 3’te birine kadar inmişler, daha sonraki son tur pazarlıkta, son bir atakla benim fiyatımın da altına çekmişlerdi. Aynı firmadan iki kişi, pazarlık süreci boyunca aralarında fısır fısır tartışmış, sanırım bir tanesi öbürünü fiyatı iyice düşürmeye ikna etmişti; ‘Abi sen merak etme, yaparız’, ‘Bir şey yok 3 boyutta, ben bulurum sana 2-3 adam, hallederler.’ ya da beni göstererek ‘bu herif o fiyata yapıyorsa, biz kesin yaparız!’ Adamlardan daha iş bilir gibi görünen son fiyat teklifini verirken, gevrek gevrek gülerek, bana dönüp;

- Hayatımda hiç yapmadım bakalım bu sefer intihar ediyorum.

Bana neyse? Ver kardeşim sen fiyatını, bırak gevezeliği. Aslında bu salakça ifadeden ben yaklaşık ne kadar verdiklerini tahmin etmiştim, ama altına inmedim. Çünkü hedeflediğim rakamdan zaten aşağıya inmiştim. Daha da inmek istemiyordum. Komisyon başkanı da bana ‘in, in’ der gibi bakıyordu ama inmedim.

II

Daha önce defalarca uğraşmış olmama rağmen sabah erkenden Üniversite’ye gitmeyi başaramadığım için bu konudaki ısrarımdan vazgeçtim. Bu sefer paşa paşa ofise gidip, telefon edip, oradan olumlu cevap alınca öğleden sonra gitmeye karar verdim. Üniversite’de asistan olan arkadaşım Gökhan’la yaptığım görüşmeden anladığım kadarıyla ihaleyi alan firmayla sözleşmeyi imzalamışlardı. Tam hangi gün imzaladıklarını sormadım tabii ama anladığım kadarıyla 10 gün kadar olmuştu. Bu süre bizim yavaş memurlar için bile, sözleşme dosyasını ağır ağır yürüyerek Banu Hanım’a götürmeleri ve Banu Hanım’ın da 3-5 gün başka işlerden vakit bulamadıktan sonra yazımızı yazması için yeterliydi. Hadi bir gün de yazının postaya verilmesi için koyalım, Üniversite posta hizmetlerini yürüten memurların da yavaş yürümesinden dolayı postanın gerçekten postaya ulaşmasının da 1 gün aldığını düşünelim. Ne yazısı yazacaktı? Kime yazacaktı bilemiyordum ama sanırım bana postayla resmi bir yazı yollayacaklardı, ‘Birinci teklifi veren firmayla sözleşme imzalanmıştır, bu noktadan sonra sizinle işimiz yoktur. Sizin de herhangi bir ümit beslemenize mahal kalmamıştır. Bunun devamında ‘Lütfen gelip teminat mektubunuzu alınız’ benzeri bir ifade olabilir, ya da buradan sonrasını akıl etmemiz gerektiğini düşünmüş olabilirler sayın yetkililer.

Yine telefonu açtım:

- Alooo

- (Kadın sesi beklerken erkek sesi duyunca hemen ses tonumu biraz değiştirmeye çalıştım) İyi günler, Banu Hanım’la görüşecektim?

- Banu Hanım tatide, ne vardı? (Buyrun ben yardımcı olayım demek istiyor. Devlet dairesi yerine banka olsaydı, böyle denirdi)

- Ben Stüdyo Z Tasarım’tan arıyorum, Bizim ikinci teklif sahibi olduğumuz bir ihale vardı, sanırım sözleşme imzalanmış ihaleyi kazanan firmayla, ben teminat mektubumuzu almak istiyordum?

- Hmm... gelin buraya bakalım dosyanıza beyefendi.

- Peki ben ögleden sonra geleyim o zaman.

- Tamam.

Öğleden sonra saat 15:00 civarında sakin sakin gittim teminat mektubumu almaya. Her seferinde kampus girişinde kapıdaki adamın beni durdurmak isteyip istemediği konusunda bir kararsızlık yaşıyordum. Ben arabayla girişe doğru yönelirken, kapıdaki güvenlik görevlisi genelde kulübesinin dışına çıkmış, içerideki biriyle sohbet halinde oluyordu. Bu nedenle de bu tarafa değil, kulubeye doğru bakıyor, arada sırada göz ucuyla giriş tarafında doğru bakışlar atıyordu. Bariyeri sürekli havada duran girişe arabayı yavaş yavaş yaklaştırırken, görevliye doğru bakıyor ve bir tepki bekliyordum. Yani elini yavaşça ileriye doğru sallayarak ‘buyur geç kardeşim’ (havaalanına yaklaşırken polisler böyle yapar), ya da elini biraz daha sert yukarıdan aşağıya doğru sallayarak ‘dur bakalım, kimsin, nesin?’ (ODTÜ’ye yaklaşırken de kapı güvenliği böyle yapar) gibi bir şeyler yapması gerekiyor. Ama güvenlik yerinden kıpırdamıyor, konuşmasına ara vermiyor ve eliyle koluyla hiçbir hareket yapmıyordu. Ancak ben arabayla içeri girdikten ve bariyer hizasını tamamen geçtikten sonra birdenbire hareketleniyor, yerinden bana doğru yöneliyor (yavaşça) ve kolunu sanki bir meyve ağacının dalına uzanmaya çalışır gibi kaldırabildiği kadar yukarıya kaldırıp bana bakıyordu. Ben de sorun çıkarmak istemediğim ve görevlilere yardımcı olmaya çalışan bir vatandaş olduğum için, daha doğrusu bunların hepsinin ötesinde teminat mektubunu bir an önce alıp kurtulmak için can atmamdan mütevellit, dikiz aynasından görevliyi kontrol ediyor ve bu hareketi görünce hemen duruyordum.

Görevli konşmak için biraz uzakta durmasına, ve benim arabayla geri gelmem biraz zor olmasına rağmen, bana doğru yaklaşmakta nazlanan gelin gibi davranıyor ve bu esnada bana uzaktan sesleniyordu:

- Buyrun beyefendi?

- BAP’a gidiyorum.

- Buyrun...

Aramızdaki diyalog her seferinde tam olarak böyle gerçekleşiyordu. Birinici ‘buyrun’ kelimesi ‘nereye gidiyorsunuz?’ anlamında, ikinci ‘buyrun’ ise ‘devam edin’ anlamındaydı. Banim söylediğim ‘BAP’ kelimesi ise gizli şifre niteliğindeydi ve onu söyleyip içeri girebiliyordum.

Bu sefer aynı teraneden sıkıldığım için, kapıya öncekilerden birazcık daha hızlı yaklaştım ve sanki her gün oraya geliyormuş gibi görevliye kafamla bir selam verip hiç duraksamadan yola devam ettim. Hatta rolüme kendimi o kadar kaptırdım ki, dikizden görevlinin ne yaptığına bile bakmak biraz ilerledikten sonra aklıma geldi. İçerideki arkadaşıyla konuşmaya devam ediyordu. Park ettim. Üniversite deposunun girişi gibi olan kapıdan girip alt kata indim, beyaz koridor boyunca yürüdüm ve BAP personelinin çalıştığı açık ofise geldim.

İhale de aynı yerde, koridorun sonunda açık ofise doğru çıkan dar boğaza girmeden sağ taraftaki ihale salonunda yapılmıştı. Ben ihale için geldiğimde kapıda bekleşen diğer firma yetkililerini görmüştüm. Anladığım kadarıyla iki firma vardı ve hemen samimi olup kaynaşmış diğer işler ve ihalelerle ilgili sohbete girişmişlerdi. Bir tanesi benimle de aynı havayı yakalamak amaçlı bazı sorular sormuştu, ben de kaba olmamaya çalışarak ama fazla samimi olmaya da gerek duymadığımı belli eden cevaplar vermiştim. Zaten fazla erken gelmediğim için, çok oyalanmaya gerek kalmadan ihaleye girmiştik.

İhale günü asıl renkli anlar ihaleye verilen arada yaşanmıştı. Teklifler açıldığında benim 85.000 YTL’lik teklifime karşı firmalardan birisi 245.000 YTL diğeri de 210.000 YTL fiyat vermişlerdi. Belgeler kontrol edilmiş, kimsede herhangi bir ciddi eksik bulunamamıştı. Hatta diğer firmalardan birinin dosyasında fazladan bir sürü diploma fotokopisi ve gereksiz belgeler çıkmış, ihale komisyonu bir süre bunların ne olduğunu ve bizim dosyalarda niye bulunmadığının anlamaya çalışmıştı.

Aradaki bu ciddi fiyat farkı beni rahatlatmıştı. Dışarı çıkarıldık. İhale komisyonu ilk aşama görüşmelerini yapıyordu. Biz de diğer katılımcılarla laflamaya başladık. Daha doğrusu diğer katılımcılar beni çeşitli şekillerde duşuk fiyat verdiğim için suçlamaya, bir yandan bu fiyata işi alırsam çok büyük zarar edeceğimi anlatmaya, diğer yandan da bir şekilde anlaşma yapmaya ikna etmeye çalışıyorlardı. Ama bütün bunlar ‘laflama’ görüntüsü altında yapılıyordu. Bana sigara ikram ettiler, hatta iki kişilik kadroyla ihaleye katılan firmadakilerden birisi (mimar olan) gidip içecek sıcak bir şeyler bile getirdi.

Anlaşma şöyle olacaktı, ben bir neden uydurup ihaleden çekilecektim, firmalardan birisi işi mesela 200.000 YTL gibi bir fiyata alacaktı. Diğer firmaya artık bir komisyon verecekti herhalde, ben de işi yine baştan teklif ettiğim fiyata, hatta belki daha fazlasına yapacaktım, diğer firmaya taşeron olarak. Sonuçta burada hepimizin hedefi para kazanmak değil miydi? ‘Benim hedefim tam anlamıyla para kazanmak değil, bu iş tam olarak benim çalışmak istediğim alanda nadir çıkan işlerden birisi.’ Bu garip sözlerime de bir süre garip garip baktıktan sonra, ikna çalışmalarına kaldıkları yerden devam ettiler.

Kardeşim bir kere bu konular böyle ulu orta koridorda konuşulur mu? İkincisi bunun adı düpedüz hile değil mi? İhaleye fesat karıştırmak ya da ona benzer bir şey değil mi? İhale arasında anlaşma yapmak suç değil mi? Siz bunu nasıl bu kadar rahat öneriyorsunuz? İkisine birden çıkıştım. Sonra diyelim anlaştık ben size nasıl güvenebilirim? Ayrıca kalın kafanıza girmedi bir türlü ama ben işi resmi olarak kendim yapmak istiyorum? Üstelik idarenin bu kadar parası olmadığını da içeriden öğrendim, dolayısıyla böyle bir durumda ihale iptal olur. Affalladılar, ‘terbiyeli olun’ falan gibi birkaç şey duydum. Hem siz nereden bilebiliyorsunuz bu işin kaça mal olacağını? Biriniz doğulu bir garip müteahhit kılıklı bir herif, belli ki proje müteahhitliğini garip bir şekilde inşaat müteahhitliği şeklinde yapıyor, çeşitli ihale dümenleri ve taktikleri, rüşvet, hile ve hurda ile para kazanıyorsun.

(İhale salonunda zarflar açılırken, başkana, en çok kırım yapanın kazanıp kazanmayacağıunı sordu. Soruyu anlamayan insanların bakışları arasında açıkladı;

- Bizim oradaki ihalelerde böyle oluyor. En çok kırımı yapan kazanır ihaleyi efendim.

- Hayır canım olur mu öyle şey. Biz en düşük fiyatı vereni seçeceğiz, tabii teknik şartları sağlıyorsa.

- Peki efendim, ben onu öğreneyim dedim de.

- (Başka bir kadın üye) Olur mu öyle şey beyefendi, o zaman siz 1 trilyon teklif verir sonra en çok kırımı yaparak işi alırsınız.

- Evet, zaten amaç o efendim!

Benim dışındakiler şaşkınlıkla adamın suratına bakıyordu. Ben alışıktım bu tarif etmesi güç insan davranışına.. Aslında onların alışık olması gerekiyordu ama niyeyse ben alışıktım.)

Diğeri Ankara’da hiç duymadığım ve konuşmalardan anladığım kadarıyla da bu işlerden hiç anlamayan bir firma?? Siz nereden çıkıp da bu işin kaça yapılacağını bana öğretmeye kalkıyorsunuz? Hiç 3-boyutlu modelleme işi yaptınız mı daha önce? Hiç tarihi çevrede çalıştınız mı? (Bu tiradımda ‘hiç’ kelimesinin çok kullanılması tesadüf değildi) Hele sen, sen ne anlarsın 3-boyuttan, baksana ‘3-boyut 5-boyut fark etmez, sen parasından haber ver’ der gibi bakıyorsun suratıma? (Mimar olmayana doğru) Hala afallamış durumdan kurtulamadılar. Bense çıkışımın verdiği heyecanla biraz daha yükleniyorum. Sesimin tonunu yükselttikçe, rahatsız rahatsız etraflarına bakınıyorlar. Ya siz? (mimar olana) Öyle apartman modellemeye benzemez bu işler, arkeologların söylediklerinin bir kelimesini bile anlamayacaksınız, nasıl modelleyeceksiniz? Neresi modellenir, neresini imajları giydirerek göstermek lazım, hangi mekanı nasıl sunmak lazım? Bunlar hakkında herhangi bir fikriniz olmadan, resmi gazeteden ihaleyi görüp buraya gelmişsiniz, bana nasıl akıl ...derken, iki kişilik firmadakilerden genç olan (mimar olan) silkindi, şaşkınlığını üzerinden atıp hafifçe üzerime geldi, ellerimi tutmaya çalıştı. Ben bir yandan konuşmaya devam etmekte olduğum için ‘ne diyosun sen’ gibi bir şeyler söylediğini duydum.

Sonu gelmeyen nutuğuma hepsi birden üzerime atlamadan nokta koymam gerektiğine karar verdim. Adamın ellerini ittirerek hafifçe geri çekildim. Sakin olun! Sakin olun! Etrafımızda hemen belli belirsiz bir çember oluşmuştu. Kavga olması ihtimalini hisseden birkaç kadın araya girmek için bir şeyler söylediler. Gürültüyü duymuş olacaklar, ihale salonun kapısı da açıldı. Komisyon başkanı ve birkaç kişinin dışarı çıktığını gördüm. Ben dahil herkes konuşuyordu, birileri bir şeyler soruyor, bizler sürekli birbirimizi üçüncü şahıslara şikayet ediyorduk. Komisyon başkanının yanına yaklaştım;

- İhalenin iptalini gerektirecek bir durum oluştu.

Dedim, garipçe suratıma baktı, yavaş yavaş ortalık yatıştı. Komisyon bizi tekrar odaya aldı. Yalnız görüşmek istediğimi söyledim, herkesle ayrı ayrı yalnız görüşülmesi şartıyla anlaştık. Diğerlerini çıkardırlar. Cep telefonumun ‘play’ düğmesine bastım. Sigara için çakmak ararken, telefonun ‘record’ düğmesine basmış, baştaki 5-10 dakikalık kısım dışında, neredeyse konuştuğumuz herşeyi kayıt etmiştim. Ses kalitesi çok iyi değildi ama konuşulanların çoğu anlaşılıyordu.

- İhaleye fesat karıştırdılar, açıkça anlaşma teklif ettiler. İhalenin iptalini istiyorum.

Teminat - Kısa devlet dairesi hikayesi - bölümler III - IV

III

Banu Hanım’ın olmadığı boş masaya yaklaştım ve ‘acaba benimle kim ilgilenecek?’ der gibi etrafıma bakındım. Kimse oralı olmamıştı. Yan masadaki memur çok önemli bir şey yaptığı belli olacak şekilde bilgisayarına gömülmüştü, ekranını göremiyordum. Banu Hanım’ın diğer iki komşusu da izinli olacaklar ki masaları boştu. Yakındaki diğer masa gruplarında ekranını görebildiklerimin birisi Hürriyet’ın sayfasında haberlere bakınıyordu, başka bir kadın da fal bakıyordu.

- Hanfendi, artık bu Solitare’in devri geçti, böyle falla malla ilgilenecekseniz bari daha gelişmiş bir şeyler bulun, yeni çok güzel fal programları falan var, oyunlar var.

Ortalıkta koşuşturan iki tane ilkokul düzeyi çocuğun annesi gibi görünen kadın en çok çalışanları gibiydi. Ne yaptığını göremiyordum ama bir yandan masasındaki dosyaları karıştrıyor, bazı belgeleri okuyor, bir yandan da arada sırada çocukları sessiz olmaları için uyarıyordu. Sonra salonda iki çocuğun daha varlığını fark ettim. Koşuşturanlardan ayrı olarak iki çocuk daha vardı ama onlar boş masalarda bilgisayarların başına oturmuş, sessiz sedasız takılıyorlardı. İki tane kadın memur, birisi yerinde oturuyor, diğeri de onun masasına yaslanmış ve biraz eğilmiş bir pozisyonda, akşamki yatak muhabettini konuşur gibi bir edayla sessizce gülüşüyorlardı. Salonda bunların dışında bilgisayarıyla meşgul olan ama çok da önemli bir şey yapmadığı bakışlarından anlaşılan bir adam, ve camekanla ayrılmış müdür bölmesinde olmanın rahatlığıyla gazeteyi web sayfasından değil, elinde tutarak okuyan bir kadın vardı. Saatlerce orada dikilsem de kimsenin benimle ilgilenmeyeceğini anlayınca, sessizce bilgisayarıyla meşgul olan adamı seçtim kurban olarak:

- Afedersiniz, Banu Hanım ...

- Tatilde!

- Hah Biliyorum tatilde oluduğunu da, bugün telefon etmiştim, bizim bir ihale vardı, ikinci teklifiz, sözleşme de imzalanmış ihaleyi alan firmayla sanırım....

(Uğraştığı fazla önemli olmayan işini bırakıp yerinden kalktı)

- Telefon etmiştiniz di mi sabah?

- Evet.

- Nerde kaldınız yav?

- Neden? Öğleden sonra gelirim demiştim.

- Öğleden sonra da saat 4’e geliyor. 4’ten sonra işlem yapmıyoruz.

- (Tam adamın yanındaki kolonda asılı olan yaklaşık 40 cm çapındaki dev saate baktık birlikte. Saat 3:27’ydi. 4’ten sonra işlem yapmıyor ve 3’le 4 arasında da nazlanarak ve azarlayarak işlem yapıyorlardı.)

- Ancak gelebildim, zaten 4’e kadar bizim işimiz biter merak etmeyin.

Bu esnada Banu Hanım’ın arkasındaki dolabı açtı, oradan bir dosyayı çıkardı, ayakta bir süre inceledi. Benim sözüme herhangi bir cevap vermeye gerek görmedi. Bir süre ayakta öylece durduk. Çocuklardan biri benim yanıma gelip garip garip hareketler yaptı. Yandaki bilgisayarda transfer haberleri gözüme çarptı. Fenerbahçe Roberto Carlos’u alabilirmiş.

- Stüdyo demiştiniz di mi?

- Evet, Stüdyo Z Tasarım.

- Sizin yazınızı yazmamış Banu Hanım.

- Yani?

- Yanisini bilemem Banu Hanım yazmamış yazınızı, tatilden gelince onunla konuşursunuz.

- Sözleşme imzalanmamış mı peki?

Biraz daha dosyaların içine gömüldü, suratındaki ‘bitse de gitse artık’ ifadesi biraz güçlendi.

- Sözleşme imzalanmamış olabilir, Banu Hanım’a sormanız lazım. Ama imzalansa yazardı mutlaka yazınızı.

- Ne zaman gelecek Banu Hanım?

- Haftaya Pazartesi burada olur.

Bunu söylerken konunun kapandığına kanaat getirip dosyayı yerine yerleştirdi. Çocuklar bağırıyor, anneleri bağırmayın diye bağırıyor, yatak muhabetti yapanlar kikirdiyor.

- Sözleşmenin imzalanıp imzalanmadığını nereden öğrenebilirim? Çünkü imzalandıysa, ben Banu Hanım’ı beklemeden bir an önce almak istiyorum teminat mektubunu?

- İmzalanmamıştır, imzalanmış olsa Banu Hanım yazınızı yazardı. Siz merak etmeyin Banu Hanım gelince ilgilenir ve sözleşme imzalanınca yazınızı yazar, siz de gelir alırsınız teminat mektubunuzu.

- Peki o zaman teşekkür ederim.

Aradan Banu Hanım’ın her türlü gecikme ihtimalini de hesaba katarak tatilden kesin olarak dönmüş olacağı ve yeni bir tatile çıkmadığından kesin olarak emin olabileceğim uygun bir süre geçtikten sonra, tekrar gittim. Bu sefer kampüsün içine arabayla girmedim, Ankara boşaldığı için caddede yer vardı. Arabayı karşı kaldırımda bırakıp, içeri yürüyerek girdim.

İçeri girerken güvenlik görevlisinin yabancı yayalara da tam olarak yabancı arabalara davrandığı gibi davrandığını anladım. Tam bariyeri geçerken ‘Hoşgeldiniz, nereye gidiyordunuz?’ diye bağırdı. ‘Gidiyordunuz değil, gidiyorsunuz denir!’ Normalde arkadan gelen bir hoşgeldin mesajını üzerime alınmam ama bunu bekliyordum. Bir an için, hiç duymamış gibi yapmayı da düşündüm, sonra vageçtim. Sorun istemiyordum. Zaten şifre basitti:

- BAP’a gidiyorum.

- Buyrun...

BAP denilen yere gittim, koridordan geçtim, açık ofise geldim. Banu Hanım yerindeydi. Koşuşturan çocuklar yine ortalıkta. Müdür ya da şef, nerneyse odası boş. Bugün bilgisayarında önemli işlerle ilgilenenler daha fazlaydı. Zemin güzel, yağış yok, hava sıcaklığı 16 derece civarında, stadyum dolu, herşey futbol oynamaya uygun.

- Merhaba, ben Stüdyo Z Tasarım’tan geliyorum, teminat mektubu vardı, Hamaxia ihalesi, ikinci teklif.

Birkaç saniye boş boş suratıma baktıktan sonra

- Haa evet, e ben yazdım sizin yazınızı, haftalar önce.

- Nasıl yani?

- Ne zamandı sizin ihale? (Bir dosya açtı)

- 4 Nisan. (Artık öğrenmiştim ne zaman olduğunu. Bürokrasi gereği insan ihaleden birkaç hafta sonra hatırlamıyor tam zamanını ama birkaç ay sonra ezberlemiş oluyor.)

- Eve ben yazdım sizin yazınızı.

- Bana yazı falan gelmedi.

- Vezneden alabilirsiniz teminat mektubunuzu, ben yazdım yazınızı. Yazı size yazılmaz, vezneye yazılır.

- Hmm... peki vezne nerede?

- Binadan dışarı çıkın, sola girişe doğru dönün.....

Tabii koca kurumun bana haber verecek hali yok. Onlar vezneye yazıyorlar, ‘verin bu adamın teminat mektubunu!’ diye. Ben kendim takip etmeliyim teminat mektubunu.

- O zaman bana niye ‘yazınız yazınız’ diyip duruyorsunuz kardeşim? Bana ne yazıdan?

Neyse çok yaklaştım. Vezneye gidiyorum, teminat mektubunu alıyorum. Şurdan sola, yanlış geldik, burası daha ziyade rektörlük gibi bir yer.

- Pardon vezneyi arıyordum?

- Diğer bina. Burası Rektörlük. Kapıdan girince sağdaki koridor ilk oda.

Diğer binaya girdim, kapıdan girince hızlıca sağdaki koridora döndüm, yine arkadan bir ses.

- Buyrun?

- Vezneye gidiyorum. (Buranın şifresi)

- Buyrun....

Tekrar geri döndüm, ilk odaya girdim.

Karşılıklı iki çalışma masası, üzerleri darmadağınık. Her ikisinde de birer bilgisayar. Bir tanesinde küçük ve havalı bir webcam takılı. Monitorler ince LCD. Webcam takılı olanda çok fonksiyonlu renkli bir klaveye, ışıklı mouse. Webcamli masa boş, diğer masada bir kadın memur elindeki dosyanın içindeki kağıtları sayıyor ya da ona benzer birşey yapıyor. Kimseyi görecek ya da dinleyecek hali olmadığını belirten bakışları ve suratındaki ‘gerçekten önemli bir şey yapıyorum’ ifadesi yüzünden bir süre bekliyorum. Karşılıklı ve pencereye dik şekilde yerleştirilmiş masaların diğer yanında bir boşluk ve yüksek bir vezne bankosu var. Arkasında da ben varım. Vezne bankosu niye yüksek onu anlayamadım. Sanırım böyle olunca insanların bir şey söylemesi, bir şey istemesi biraz daha zorlaşıyor, arka taraf daha bir ulaşılmaz hale geliyor. Duvarlardaki resimleri, takvimleri ve hatta ofis duyurularını inceledim, odadakilerin siyasi görüşlerini anlamaya çalıştım. Say say bitmedi kadının elindekiler. Sonunda söze girdim:

- Teminat mektubu alıcaktım.

- (Yüzüme bir an için belli belirsiz bakarak ve bir an bile duraksamadan) Şimdi veremem. Kasa sayımı yapıyorum.

- Vezneden alabilirsiniz dediler.

- (Yine duraksamadan) Şu an veremem. (Kafasını kaldırıp arkamda asılı olan saate bir göz attı) 4’ten sonra hiçbir şey veremiyoruz.

Şaka gibiydi, saat 4’ü 1 ya da 2 geçiyordu.

- Hanfendi, sadece bir dakika geçmiş ki, zaten ben de en 1 dakikadır burada sizin işinizi bitirmenizi bekliyorum.

- (Tecrübeli bir memurdu galiba. Yine duraksamadan.) Beyefendi, sayım yapıyorum. Şimdi size mektubu verirsem bu sayımı tekrar yapmam gerekecek.

- (Bu sefer ben de duraksamadım) Yooo, sadece benim mektubumun miktarını bir tarafa ekler, bir taraftan çıkarırsınız olur biter.

- (Bu sefer hışım dolu bakışlarını gözlerimin içine diktikten sonra) O kadar kolay değil, zaten kasa da kapanmıştır. Dediğim gibi 4’ten sonra, Pazartesi gelin.

IV

Pazartesi değilse de, birkaç gün sonra yine soluğu veznde aldım. Arabamı dışarı park ettim. Ana kapıdaki görevliye bu sefer o sormadan yaklaşıp, ‘BAP’a gidiyorum’ dedim, ardından bina girişindeki görevliye de seslendim ‘vezneye’ diye. Bina girişinden 20-30 m ileride çimenlerde avare avare dolaşıyordu. Eliyle bir işaret yaptı. Vezneye girdim. Aynı kadın, yine bir şeyler yapıyordu.

- Merhaba, teminat mektubumu alacaktım.

Biraz bekledikten sonra ki, bu biraz bekleme olmadan hiçbir iş olmıuyordu, kadın kalktı. Yanımdaki dosyayı açtı, birkaç kağıdı çevirdi, sonra uğraşmamaya karar verdi. Dosyayı hiçbir şey söylemeden bana doğru uzattı, daha doğrusu sadece çevirdi. Tekrar yerine döndü. Daha yerine oturmuştu ki,

- Buldum,

Önce bana bir bakış attı, sonra yerinden kalkıp geldi. O esnada webcamli masanın sahibi de içeri girdi. Adam masasına oturmadan, kadın beni ona salladı bu sefer.,

- Mahmut, teminat mektubu alacaklarmış...

Kadın yerine oturdu tekrar, bankoda müşteriyle konuşulan yere Mahmut geldi.

- Vekaletinizi aliyim.

- Vekaletim yok yanımda.

- Vekaletiniz yok mu?

- Yok ben şirket müdürüyüm, imza sirkülerim içeride var. (Elimle BAP istikametini işaret ederek)

- O zaman imza sirkülerini almam lazım.

- Beyefendi hepsi içeride ihale dosyasında var.

- Olsun efendim, bize de getirmeniz lazım. İlk defa mı teminat alıyorsunuz?

- Hayır da ilk defa ihale kaybediyorum. (Normalde iş bittikten sonra dilekçe ve kimlikle alıyorduk) Beyefendi içerideki ihale dosyasında benim imza sirkülerim var. Ben niye aynı iş için tekrar tekrar imza sirküleri getiriyim?

- Olur mu beyefendi, orası ayrı burası ayrı.

- Nasıl ayrı? Aynı kurumun farklı birimlerisiniz ve aynı işle ilgili bir işlemden bahsediyoruz.

- Hayır efendim, imza sirküleriniz olamdan veremem teminat mektubunuzu.

- (Kadın araya girdi) Bunlar Sayıştay’a yollanıyor beyefendi.

- (Pes etmiştim ama söyleniyordum) Tamam ihale dosyasından bir fotokopi alıp koyarsınız o zaman Sayıştay için. (Suratlarındaki garip bakışların üzerine bir kere daha çıkıştım) Evet, ne var bir fotokopiyi 50 metre ileriden almak varken, beni ofise tekrar yollamak daha mı mantıklı?

- Beyefendi, imza sirkülerinizi getirin.

- Orjinal mi istiyorsunuz, fotokopi yeterli olacak mı?

- Hem orjinal, hem fotokopi, ayrıca kimlik fotokopisi.

- Yaa beyefendi, bakın kimlik fotokopim yanımda. İmza sirkülerim şurda BAP’ta mevcut. İmza sirküleri benim bu şirketin müdürü ve yetkilisi olduğumu size ispat etmek için gerekli. Kimliğim de benim gerçekten ben olduğumu söylüyor. BAP’a bir telefon edersiniz, şirket yetkilisini öğrenirsiniz, hatta faks da çekerler belki imza sirkülerini.. Yok di mi? Aman siz sakın kolaylaştırmayın bir işi...

- Beyefendi biz işlemi zorlaştırmıyoruz, sadece...

- Zorlaştırıyorsunuz demedim, kolaylaştırmıyorsunuz dedim. Arada çok fark var, anlayan için.

Noktayla birlikte odadan çıkmıştım.

Birkaç gün geçtikten sonra tekrar teminat mektubu için yollara düştüm. Arabayla kapıdan daldım, kimseye selam vermeden, bakmadan içeri girdim, otoparka park ettim. Bina kapısındaki adama kafamı şöyle bir salladım, yine gezintideydi. Venzeye geldim:

- Merhaba, teminat mektubumu alacaktım?

Aynı kadın masada oturuyordu. Bu sefer güneşten rahatsız olduğu için ekranı müşteri tarafına doğru çevirmek zorunda kalmıştı. Arkada bulvar gazetlerinin baskılarındaki gibi iri başlıklar atılmış bir gazete web sayfası açıktı. Onun üzerinde de MSN konuşma penceresi duruyordu. Bana şöyle bir baktı, sanki ‘tamam, geliyorum’ der gibi bir mana sezdim ama emin de olamadım. Yavaşça yerinde doğruldu. Konuşma penceresine bir şeyler yazdı. Tam kalkacak gibi oldu, tekrar bir şeyler yazdı. Biraz durdu bekledi, karşı tarafın ‘tamam’ demesini bekler gibiydi. O esnada tekrar gazete sayfasını açtı. Bir şeyler okudu galiba.

- Hanfendi, sizin keyfinizi mi bekliyorum yoksa gazetede inanılmaz bir haber var, donup kaldınız mı?

Yok, sakin, son aşamadayız. İmza siküleri, orjinal, fotokopi, kimlik fotokopisi, herşey tamam. Saat uygun, kadının işi yok, sayım mayım yapmıyor, bugün bu iş olacak.

Kadın MSN’den gelen cevabı okudu. Bir süre kafasında değerlendirdi, ya anlaması biraz zaman aldı, ya da vereceği cevap onu düşündürüyodu. Biraz düşündükten sonra cevabını yazdı. Tam kalkar gibi yaptı, hatta bu sefer kıçı sandalyeden hafifçe kalkmıştı ki, tekrar bıraktı kendini, cevaba bir şeyler ekledi. Tekrar gazete sayfasını açtı, o arada masanın üzerinde bir kalemin yerini değiştirdi, başka bir şeylerle oynadı. Artık ‘kadını azarlasam mı?’, kamera şakası, ‘sinir krizi geçiren Anakar’lı genç mimar’ haberleri, ‘dosyaya kendim girişşem mi’, gibi ihtimaller kafamı kurcalamaya başlamıştı. Sıcak bu ihtimallerin gerçekleşme şanslarını arttırıyordu ki, allahtan kadının kıçı sandalyeden tamamen ayrıldı. Karşı taraf cevap vermedi sanırım. Yüzünde garip bir gülümsemeyle bana baktı.

- Neydi şirket?

- Stüdyo Z Tasarım

Dosyada biraz aradı bizim teminat mektubunu. İş yavaşlatma eylemi yapamayacak kadar yavaş hareket ediyordu ama ben de bir keçi inadı ve sabrıyla bekliyordum. Teminat mektubunu buldu. Bankonun üzerinde olduğunu anladığım ama yükseklik nedeniyle benim tarafımdan görülemeyen bir başka bilgisayara bir şeyler yazdı. Ekrana bakıyor, arada bir şeyler yazıyor, arada durup bekiyordu. Biraz sonra, kafasını kaldırmadan ve bana bakmadan:

- 3 numaralı odadan çıktılarınızı alın.

- 3 numaralı odadan çıktılarımı alıcam?

- Evet, hemen sol tarafta....

Şimdi de nurtopu gibi çıktılarım oldu. Bir de bunu sanki ben istemişim çıktıları gibi bir ifadeyle söylemez mi?

- Niye kardeşim? Niye ben alıyorum? Ben sizin uşağınız mıyım? Yoksa ofisboyunuz muyum?

- Beyefendi...

- Ne beyefendisi yaa, sizin göreviniz bana bu teminat mektubunu vermek ve bunun için gerekli olan tüm işlemleri yapmak. Her belgeyi getirdim. Hadi bakalım bi zahmet kaldır o kıçını, git nerden çıktı alınacaksa al, başka ne yapılacaksa yap, ben de nereyi imzalayacaksam imzalıyım, ve bana allahın cezası teminat mektubumu ver!

Çıktıları alacağım odanın kapısını çaldım ve açtım. İçeride 8-10 tane masa vardı. Masaların yarısının personeli ayakta harala gürele bir şeyler konuşuyordu. Kapıya en yakın olan masadaki adam bana ‘ne var?’ der gibi baktı.

- Çıktılarımı alacaktım.

Eliyle odanın öbür tarafını işaret etti. Oraya doğru ayakataki insanların aralarından geçerek ilerledim. Yazıcıyı gördüm. Başındaki kadın yazıcıda duran birkaç kağıdı aldı, dikkatlice kağıtlara baktı, sonra parola sorar gibi:

- Şirketin adı?

- Stüdyo Z Tasarım, kadar taş düşşün başınıza.

Kağıtları uzattı. Aldım, vezneye geri döndüm. Ahhh yine aynı kadın, çıktılarımı uzattım. Biraz bekledi almak için. Hala aynı yerde oturuyordu. Sonra aldı, kağıtlarla bir şeyler yaptı, birini kenara ayırdı, bir damga bastı, paraf attı.

- Kimlik fotokopiniz?

Uzattım. Biraz baktı ona da. Neyine bakarsın saniyelerce, kimlik fotokopisi işte.

- İmza sirküleriniz var di mi?

Fotokopiyi uzattım. İmza sirkülerinin üzerinde çok daha fazla ve anlamlı yazı olmasına rağmen niyeyse ona hiç bakmadı. Aldı ve diğer kağıtlarına arasına koydu. Sonra tüm kağıtları bana uzattı.

- İmza, şuraya. Üzerine de adınız yazın.

Gösterdiği yerde ikisi birden şöyle dursun, sadece benim imzama yetecek kadar bile yer yoktu. İmzayı taşırarak attım. Adımı da artık kenara bir yere sıkıştırdım. Kaşla göz arasında kendi bilgisayarının başına oturmuş, mesajlaşmaya başlamıştı yine. ‘Tamam’ dedim, sesimi duyacağı bir seviyeden. Hiç tınmadı, bir şeyler yazdı, kafasını bile oynatmadı. ‘Alaaaah’ diye naralarla bankonun üzerine çıkıp uçarak kadına doğru atladım. Sağlı sollu tokatları gittikçe hızlanarak vuruyordum. Kadının memur kafası boks anrenmanındaki bir kum torbası gibi sallanıyordu.

- İmza sirkülerinin orjinali var di mi?

- Var (dosyadan çıkardım orjinali)

- Tamam gerek yok, öbür tarafta isterlerse....

Kalktı, yavaşça bankoya geldi. Sıkıntılı sıkıntılı etrafına bakınıyordu. Arkamı dönüp korkuyla saate baktım; 4’e daha 1.5 saat vardı. İmzaladığım kağıtlara baktı. Eline aldı, yemeğe katılacak bir malzemenin suyunu damlatır gibi kağıtları salladı. Sonra tekrar önüme koydu. Kafasını yine kaldırmadan ve yüzüme yine bakmadan, duyulması zor bir sesle:

- 10 numaralı odada imzalatın.

- 10 numaralı odada?

- Evet karşı koridorda...

Karşı koridorda 10 numaralı odanın kapısını çaldım ve açtım. Tek kişilik bir masada, müdür hanım oturuyordu. ‘Bunları imzalatmamı söylediler’ diyerek masaya yaklaştım. Kağıtları aldı, biraz baktı, okudu, ne olduğunu anladı. Sonra imzaladı.

- Teşekkür ederim

- Olduuu, iyi günler.

Tekrar anavatanım olan veznedeyim. Kağıtları verdim. Önce şöyle bir baktı. Bankodaki bilgisayara bir şeyler yazdı. Biraz sıkıntılı sıkıntılı bekledi. Sonra bir şeyler daha yazdı. Sonra dosyadan daha önceden çıkardığı teminat mektbunu bana uzattı.

- Herşey tamam mı?

- Siz yine bir bakın mektuba.

- Tamam.

Mektup benim mi, doğru mu, yanlış mı, kontrol etmem gerekiyordu galiba. Baktım Stüdyo Z Tasarım. Tamamdır. Aldım mektubumu.